top of page

ÇEŞME

Çocukluğundan beri, "Su gibi aziz ol." sözünü hiç unutmamıştı Muzaffer Hoca. Zaten "su“ kendi kültüründe çok önemli olduğu için, her semtte, her mahalledeçeşmeler yopılmıştı halk su içsin diye. Sonra çeşmeler öyle basitçe yapılmazdı. Bir ihtişam vardı her taşında. Adeta bir mimari şahaser sayılırdı. Taşlar nakış nakış işlenirdi. En zarif motifler, geometrik şekiller, Türk anlayışına uygun resmedilirdi.

Bir de kitabe eklenirdi ki gelen geçen okusun ve bu çeşmeyi yapanlara dua etsin, ruhları cennet mekan olsun diye. Musluk ise, misten el emeği yapılır, nakışlanır, çizilir, oyulur, parlatılır mis metal sanat esrine dönüştürülürdü.

Önemli olan insanlara hizmet etmekti. Yoksa çeşmeaslında bahaneydi. Yalnız çeşmenin mimarisinin güzelliği yanında, esasında, en önemlisi suyunun güzelliğiydi. Hani “kana kana içtim“ derler ya işte öyle içimli, öyle sağlıklı ve temiz SU..

Muzaffer Hoca, İstanbul’a adım attığından beri hep o "kana kana" i çebileceği suyu aradı; fakat nereye gittiyse ya çeşme yıkılmış ya yanına taştan ya da tahatadan çirkinbir duvar örülmüş, öteberi satan dükkan haline getirilmişti. Gördüğü çeşmelerden birinin çevresinde ağaçlar vardı. Evsiz barksızlardan birkaç kişi biryerden bir bank bulup, çeşmeninarkasına yerleştirmiş, kuytu bir köşe haline getirmiş, gece gündüz kalabilecekleri bir mekan haline sokmuşlardı o güzelim çeşmeyi. Aksaray'daki bir çeşme ise, çevresinde ki yolların sürekliyükseltilmesi yüzünden en az altmış santim yoldan aşağıda kalmıştı. Zaten o çeşmenin suyu da artık akmıyordu!

İlginçtir! İnsanların yararlanması için yapılan bu çeşmeler, yine insanlar tarafından hor kullanılmış, tahrip edilmiş, suyu dahi kurutulmuştu! Böylece bir gerçek çıkıyordu ortaya:Bunu, Muzaffer Hoca yakın dostlarına açıklamıştı:

"Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet in ilk yıllarındaki o yardımseverlik, o estetik anlayışı, o kültür zenginliği gittikçe yozlaşıyor arkadaşlar! Derhal bunun önüne geçilmesi gerekir!"

İşteşimdi bütün çabası bu yöndeydi. Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği İstanbul‘un, o yemyeşil bağlık, bahçelik sokaklarında ağaçların, çiçeklerinarasında bir biblogibi duran o çeşmeleri aradı!Çeşmelerden gürül gürül akan suları aradı! HeIe bir de, çeşmelerden evlere su taşıyan sakalar vardı ki onlar İstanbul'un vazgeçilmez, sadık efendileriydi! Hani OrhanVeli‘nin dediği gibi: "Sucuların hiç durmayın çıngırakları...“ Evet, bunlar yoktu amatahrip olan çok şey vardı; korunmayan güzellikler, yok olmak üzere olan bir tarih!

Günlerdir suskunluk içindeydi Hoca. Bir çeşmeden su almak kimi zaman sırada beklemek, oradaki insanlarla muhabbet etmek; yeni arkadaşlıklar, dostluklar edinmek, bir çeşit halk kültürüydü. Bir keresinde sırada bekleyenlerden biriyle muhabbet koyulaşınca, çeşitli bitkilerin kimi hastalıklara deva olduğunu öğrenmişti. Hatta öğrendiklerini denemişti de.. Her gördüğüne de: "Kullandığım otlardan çok yararlandım,“ diyordu. Başka bir gün Kıbrıs gazisiyle koyu bir muhabbete tutuşmuştu. O i şgal günlerini tekrar andılar. Bir gün de emekli okul müdürü Ihsan Bey'le tanışmıştı. O da bir çeşme sevdalısıydı. Üsküdar’daki, Kadıköy'deki bütün çeşmeleri biliyordu.

Asıl uzmanlık sahası müzik olan, bir musiki tutkunu olan Muzaffer Hoca, uzun yıllar önce, sadece Türk musikisini ve musiki aletlerini değil bütün dünyanın musikisini merak etmiş ve bu konuda bilimsel bir araştırma yapmıştı. Türkler’in, binlerce yıl öncesinden buldukları, bugünkü bağlama olan müzik aleti, ona göre eşsizdi. Adeta dahiyane bir eserdi. Muzaffer Hoca'nın kanaati buydu. Bunu, hocası aynı zamanda dostları Yahya Kemal Bey'e, bestekar Münir Nurettin Bey‘e, hatta şair Nazım Hikmet Bey’e söylemiş, bu konuda günlerce süren sohbet leri olmuş, onlar da Muzaffer Hoca'nın bu düşüncelerine ortak olmuşlardı.

Nefesli sazlardan, kendisi küçük ama sesi etkileyici "sipsi", hüzünlü sesiyle "zurna" ve hele dünyayı kendine hayran bıraktıran "ney", Türklerin elinde olağanüstü eserlerin oluşmasına yardımcı olmuş: adeta tarihe tanıklık etmişlerdi.

İşte Muzaffer Hoca bu çalgıları araştırmış: hele "ut, tambur“ ; tamamen Türk sazı olan "cümbüş" evrensel bir musiki aleti olan "kanun, keman" hocaya göre tüm hastalıkları iyileştiren sesleriyle, birer muhteşem çalgı aletleriydi. Hangi çalgı aleti olursa olsun, eline alır makamdan makama geçişlerini, perdelerini kontrol eder, hangi ustanın yaptığını anlar: varsa kusuru anında bulurdu.

Öğretmenlikten ayrılmış ut ustası Faruk Hoca‘nın ünü yurt dışına da yayılmıştı. İsrail’den, Yunanistan'dan, Arap ülkelerinden davetler alır, el emeği göz nuru utları yabancı müzisyenler tarafından adeta kapışılırdı.

Bir de yine ailesinde bir çok müzisyen yetişmiş, sanatçı ruhlu Salih Hoca vardı. Hocanın asıl mesleği öğretmenlik iken ağaç oymacılığında ve sedefkarlıkta kendini yetiştirmiş, kendini kabul ettirmiş, haklı bir ün elde etmişti.

Türkiye’nin bu üç ustası zaman zaman bir araya gelir, müzikten, şiirden, edebiyattan, küItürden velhasıl insanı insan yapan sanat değerlerinden konuşurlardı.

Muzaffer Hoca‘nın gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçip gitti yıl lar: 1930 yılında Üsküdar Bağlarbaşı‘nda doğmuştu. İşte, zaten, Muzaffer Hoca’yı bugün rahatsız eden de o günkü Bağlarbaşı ile bugünkü arasındaki inanılmaz farklılıktı. Bir mahalle, bir semt nasıl bu kadar tahrip olabilir?! Bu inanı lır gibi değildi. Tahribat derinden yaralamıştı Hoca'yı. Bu topraklar bir zamanlar ağaçlık, ağaçlık, ağaçlıktı… Her tarafta bağlar, bağlar, bağlar vardı… Her bahçede meyveler, meyveler, meyveler... Şimdi ise taştan, betondan binalar, acaip, zevksiz mimarlık örnekleri ... Ve yok olan tabiat!..

Bu gönül yarasına elbette o da katılıyordu…

Mehmet Dağıstanlı

Eğitimci-Yazar

bottom of page