Karamanoğlu Mehmet Beye selam olsun…
Yahya Kemal Beyatlı, ‘Türkçe, ağzımda anamın ak sütü gibidir.’ der.
Türkçenin güzelliğini anlatan bundan daha berrak, daha duru bir ifade olabilir mi?
Tıpkı, Türk Edebiyatının ilk başeseri, hitabet sanatımızın muhteşem örneği ve yazı dilimizin belgesel kaynağı ‘Orhun Anıtları’ gibi; tıpkı, bundan 700 yıl önce Karamanoğlu Mehmet Bey’in, ‘Bundan böyle dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmaya!’ dediği gibi; tıpkı, aynı berrak, aynı duru dil ile ta 13. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafından kaleme alınan ve bu gün konuştuğumuz Türkçenin ana kaynağını oluşturan ‘Divanü Lügati’t Türk’ gibi.
13 Mayıs 1277 tarihinde bizleri uyaran Karamanoğlu Mehmet Beyi bu yüzden çok önemsiyorum.
O, Türkçenin 7 yüz yıl önce bilinçli savunucusudur. Yayınladığı ferman, dünya üzerinde ilk kez yayınlanan bir fermandır.
O, dil konusunda gelmiş geçmiş en gerçekçi, en ileri görüşlü devlet adamlarından biridir.
O, dilin bir toplumun millet olma sürecinde ne kadar etkili olduğunu bilen bir devlet adamıdır.
Karamanoğlu Mehmet Beyleri tükettiğimiz için, bu bilinçte devlet adamları yetiştiremediğimiz için Türkçemiz bu gün yabancı diller etkisinde kalmıştır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, Türk Diline önem veren bir Mustafa Kemal çıkmasaydı, belki bu gün yabancı dillerin etkisi altında kaybolmuş bir Türkçe konuşur olacaktık.
Şuna çok dikkat etmemiz gerekiyor:
Tarih boyunca dört din değiştiren, dinini değiştirirken ‘abecesini’ de değiştiren herhalde Türker’den başka millet yoktur. Göktürkçe, Uygurca, Arapça ve Latince süreci, bizim bilinen ilk dilimiz olan Göktürkçenin unutulmasına neden oldu. İşte Orhun Anıtları bu yüzden önemlidir. Bu, elbette ki istenen bir gelişme değildir. Bu gün Türkçenin içerisinde bulunduğu çıkmazın nedeni budur. Ve yine unutulmamalıdır ki bu gün Türkçe diye ağzımızda anamızın ak sütü olan kelimeler Göktürkçeden kalmıştır.
Bu arada, 1453 yılında, İstanbul’un Türkler tarafından alınışını Sultan Mehmet, Uygurca ve Göktürkçe yazdırarak duyurdu. Ne yazık ki bu dil bilinci daha sonra devam ettirilmedi.
15. Yüzyıldan sonra ise Arapça-Farsça kelimelerin daha çok kullanılması, bizim Türkçe kelime üretmemize de engel oldu.
Sevindiğimiz taraf şudur: Bu gün yabancı dillerden aldığımız yüzlerce kelimeyi TÜRKÇELEŞTİRMİŞİZ.
Bu ne demektir?
Sözgelimi: ‘çamaşır’ kelimesinin aslı, Farsça, ‘came-şuy’ iken, biz bu kelimeyi ‘çamaşır’ şeklinde değiştirerek Türkçeleştirmişiz; yani Türkçe kurallara göre kullanır hale getirmişiz. Böyle yüzlerce örnek verilebilir. Elbette bu teknik sadece Türkçede değil, diğer dillerde de kullanılmaktadır. Önemli olan, bir kelimenin Türkçe karşılığı varken, yabancısını kullanmamaktır. Örnek olarak: ‘saldırgan’ varken neden ısrarla ‘agrasif’ sözcüğü kullanılır; ‘sevimsiz’ varken neden ‘antipatik’ kullanılır gibi…
Böyle binlerce örnek verilebilir.
İşte bu yüzdendir ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1932 yılında yapılan, 1.Türk Dil Kurultayına ‘Karakeçili Aşireti’ni davet eder. ‘Bozokların’ Kayı boyundan olan ‘Ulu Yörük’ olarak bilinen Karakeçililerin Türk Dil Kurultayı’na çağrılmasının nedeni:
‘UNUTULAN TÜRKÇE KELİMELERİ SAPTAMAK VE KULLANMAKTI.’
Yıl 1932... Şu anda 2020 yılındayız; aradan 88 yıl geçti. Bu süreçte aynı bilince, aynı duyarlılığa ne yazık ki çok az dilcimiz, tarihçimiz, siyasetçimiz, devlet adamımız sahip çıktı.
Mustafa Kemal Atatürk, ‘Karakeçili Aşireti’ni iftara, bayrama, düğüne, kahve içmeye davet etmedi. Türkçeyi, içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarabilmek için özbeöz Orta Asya Yörüklerinin dilinden yararlanmaya çalıştı.
Mustafa Kemal biliyordu ki, tıpkı Karamanoğlu Mehmet Bey’in dediği gibi:
‘Dil yitirilirse il de yitirilir; dile ihanet, ulusa da ihanettir.’
Mustafa Kemal biliyordu ki:
‘Türkçe, Türklerin kimliğidir; Türkçe yaşarsa, Türk Milleti yaşar.’
…Ve Mustafa Kemal diyordu ki:
‘Yurdunu emperyalist saldırılardan korumasını bilen Türk Ulusu; dilini de bu sömürgeciliğin elinden kurtaracaktır!’
Şu halde bizim atacağımız çok önemli bir adım var:
Dilimizi sömürgeciliğin kıskacından kurtarmak!
Peki, niçin dilimizi sömürgeciliğin kıskacından kurtaracağız?
Çünkü dil kişinin kimliğidir.
Çünkü asıl zengin, kültürlü, başarılı, olgun insan kimliği, kişiliği yerleşmiş olan insandır.
Çünkü biz toplumda birbirimizle anlaşmak zorundayız: öğretmen öğrenciyle, siyasetçi halk ile esnaf müşteriyle ve elbette ebeveyn çocuklarıyla…
Dilini kullanamayan, kuralını bilmeyen hiç kimseyle anlaşamaz.
İnsanlar, hele siyasetçiler halkla iletişim kurabilmesi için dilin ses ve hece yapısını; anlam, sözcük ve cümle yapısını bilmek zorundadır.
Dilini bilmeyen düşüncesini anlatamaz; gereksiz yere lafı uzatır.
Unutmamak gerekir ki içimizden birileri, binlerce yıldır Türkçemizin yaşaması için mücadele verdi. Bu, Bilge Kağan olmuştur, Karamanoğlu Mehmet Bey olmuştur, Kaşgarlı Mahmut veya Mustafa Kemal olmuştur.
Bu gün de bizler mücadele vermeliyiz.
Kendi diline önem vermeyen, dil bilinci olmayan kim olursa olsun: ister akademisyen, ister siyasetçi olsun, ister başbakan, isterse eğitimci olsun, ister işçi ister işadamı olsun bir süreliğine başarılı görünse bile, kültür rüzgarı kaldırır atar bir köşeye.
Bireylerde aranan ilk özellik, onun fiziki yapısı, parasal yapısı olmamalıdır; bireyin Türkçeyi kullanmaktaki üstünlüğü ve becerisi ölçü olmalıdır.
Mehmet Dağıstanlı
Eğitimci Sanatçılar Derneği Başkanı
Araştırmacı- Yazar
Comments