Amerika, 2003 yılında ‘Irak, nükleer silah geliştiriyor!’ gerekçesiyle Irak’ı yerle bir etti,1 milyon insanı öldürdü; ama ileri sürdüğü gerekçe ispatlanmadı. Yine Amerika, 11 Eylül saldırısını yapan El-Kaide’yi, Kaddafi destekliyor gerekçesiyle 2011 yılında Libya’yı yerle bir etti, parçaladı, böldü. Vietnam’da da böyle oldu Kore’de de aynısı oldu. Yani Amerika’da gizli odalarda yazılan senaryolar, önce iletişim araçlarıyla dünyaya duyuruluyor, kamuoyu yaratılıyor, milyonlarca insan hazırlanıyor, ikna ediliyor arkasından acımasız işgaller başlıyor. Saf, masum insanların, çocukların ölmesi, parçalanması, yok olması Amerika’nın umurunda bile olmuyor.
Rusya, ‘NATO burnumuzun dibine kadar gelmiştir ve bizi tehdit etmektedir. Çaresiz kaldık. Bu harekatı yapmak zorunda kaldık.’ gerekçesiyle bütün Ukrayna’yı ele geçirmek üzere karadan, denizden ve havadan planlı bir harekat başlattı. Yalan, uydurma, sözde gerekçeyle Ukrayna’yı işgal ediyor. Gürcistan, Çeçenistan, Kırım, Suriye benzer gerekçelerle işgal edildi; masum insanlar, çocuklar katledildi, bu katliamları Rusya’nın başarısı olarak ilan etti. Sovyetlerden itibaren de Orta Asya’daki bütün Türk Cumhuriyetlerini, Kafkaslardaki Dağıstan, Azerbaycan, Ermenistan dahil olmak üzere bu ülkeleri sessiz sedasız egemenliği altına aldı. Bu ülkelerden hiç birisi sesini dahi çıkaramadı.
Rusya ayrıca Türkiye’nin güneyine yerleşmiş durumda. Suriye tamamen Rusya’nın denetimi altında.
Amerika da Türkiye’nin güneyine yerleşmiş durumda ve kendi eliyle kurdurduğu ve her türlü desteği verdiği silahlı örgüt PKK / YPG aracılığıyla, yine Türkiye’nin güneyinde yıllardan beri alt yapısını hazırladığı sözde Kürdistan devletini kurdurmak üzere. Ortadoğu’nun haritası adım adım değiştiriliyor. İşin garip tarafı Ortadoğu şekillenirken Türkiye’ye de Orta Doğu Eşbaşkanlığı verildi. Bu topraklar için hazırlanmış strateji çok önemli; ama aynı zamanda bu coğrafyanın ülkeleri açısından da çok vahimdir! Vahimdir; çünkü Amerika, kendi ordusunu ateşe atmadan, enerji yollarını denetimi altında tutmak için Türkiye, Irak, Suriye’yi savaş meydanına sürdü. 30 yıldır Türk, Kürt ve Arap ana- babaların gözyaşlarının durmamasının nedeni de budur. Hayali bir ‘Büyük Kürdistan’ve arkasından hayali bir ‘Büyük Ermenistan’ devletleri Türkiye, İran, Irak ve Suriye'den kopartılacak toprak parçaları üzerinde kurulacak. Bu proje aynı zamanda ‘Büyük İsrail’ projesine de uyuyor. Bu nedenle Saddam, Kaddafi, Esad figürleri, Mısır’ın parçalanması, Barzani’nin önüne yem atıp ‘Büyük İsrail’ projesini kurmak içindi.
İki emperyalist güç, dünyanın enerji kaynaklarını ele geçirebilmek için, yanlarına aldıkları bileşenlerle istedikleri senaryoyu yazıp, filmi yönetiyorlar. Bütün dünya ülkeleri bu senaryoyu biliyor; ancak suskunluk devam ediyor. Bu suskunluk uzak doğudan Çin’den gelen sesle engellenir gibi oldu; çünkü Çin’de, 1 Ekim 1949 tarihinde Mao Zedong önderliğinde komünist bir devlet kuruldu, devlet yapısı köklü değişim yaşadı, günümüzde Çin ekonomisi, Amerika’dan sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisi konumuna geldi ve dünya coğrafyasında etkili bir ülke oldu.[1] Çin artık, ben de varım, diyor.
Amerika ile ilgili yazılan makale ve hazırlanan belgesellerde[2], 18. yüzyılda Avrupa’da istenmeyen erkekler gemilere doldurulup sürgüne gönderilir. Hırsızların, katillerin, asilerin bulunduğu gemi bugünkü Amerika kıtasına gider; yıllarca iç karışıklıklar, savaşlar sürer; her taşın altına eli olan İngiltere sert karşılık verir, kanlı savaşlar başlar; nihayetinde 1783’te Amerika Birleşik Devletleri kurulur. Bu uzun ve önemli bir hikayedir. Aynı topraklarda milyonlarca yerli halk da yaşamaktadır. Kızılderililerin anavatanıdır. Siyahilerin anavatanıdır. Afrika’dan gemilerle siyahi insanlar köle olarak getirilir. Ancak Amerikalılar Kızılderililere de siyahi insanlara da soykırım uygular, kılıçtan geçirir, katliam yapar ve topraklara el koyar. Yazılan belgesellerde Amerika’nın, 4 Temmuz 1776 tarihinde Kızılderililerin ve Afrikalı kölelerin kanları üzerine kurulduğu da belirtilir. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletlerinin ortaya saçtığı bu kan, 1945 yılında Japonya’da Hiroşima'ya ve Nagazaki'ye attığı atom bombası ile 220 bin insanı katlettiği, 200 bin sivil Guatemalalı öldürdüğü, 1963’te Vietnam Savaşı boyunca 4 milyon sivil insanın her türlü işkence ve tecavüzden sonra cesetlerin parçalandığı, 1973’te Pinochet döneminde 5 bin Şilili sivilin katledildiği, 1977’de 70 bin Salvadorlunun öldürüldüğü, 1980’de Usame bin Ladin ve örgütünü eğitip, 3 milyar dolar yardım ettiği, 1981’de 30 bin sivil Nikaragualının öldürüldüğü, 1991’de 113 bin Iraklının katledildiği, 2011’de Libya’da 50 bin insanın öldürüldüğü düşünülürse, bu gün Rusya’nın Ukrayna’da insan katliamına diyecek lafı yoktur herhalde.
Tarih ne acımasız değil mi, 400 yıl önce kurulan bir ülke bugün dünyaya egemen oluyor; askeri, siyasi, ekonomi, sanayi, üretim konularında en güçlü benim diyor.
18. yüzyılda Rusya'nın başında Çar I. Petro var (Deli Petro). I. Petro, Rusya'yı kuvvetli bir Avrupa devleti haline getirmek istiyor. Karadeniz’e hakim olmak, Baltık denizine ulaşmak, Akdeniz’e inmek ve en önemlisi de Rusya'ya bağlı Ortodoks devlet kurmaktı asıl amacı. Bu Ortadoks Devletin başkenti elbette ki İstanbul olacaktır. Yani Ruslar hep İstanbul’u ele geçirmek hülyasıyla yaşarlar. Bu tam bir Rus idealidir; hiçbir Rus devletinin ve liderinin vazgeçmediği Rus ülküsüdür. Hatta aynı yüzyılda Osmanlılara sığınan İsveçlileri takip etme bahanesi ile Ruslar, Osmanlı sınırlarını geçti ve Balkanlarda karışıklıklar çıkardılar tıpkı Kafkaslar’da olduğu gibi. Bunun üzerine Baltacı Mehmet Paşa Ruslara karşı sefere çıkmış, Prut nehri kıyısında Rusları kuşatmış; ancak yeniçerilere güvenemediği için Rusların barış isteğini kabul etmişti. Böylece meşhur Prut Antlaşması imzalanmıştı bilindiği gibi.
Asıl ilginç olay, Padişah II. Mustafa (1695-1703) döneminde yaşandı. Padişah, Rusların Karadeniz'e inme isteğini, Karadeniz’e egemen olma isteklerin bildiği için: "Rusları sarayımın içine bırakırım da, Karadeniz'de dolaşmalarına asla izin vermem!" diyerek, tarihe geçen çok önemli bir belge bırakmıştı.
Osmanlı, Rusya ve Amerika’nın oluşumunda önemli bir ülkedir. Gücünü Avusturya, Venedik ve Lehistan kutsal ittifak devletleri ile 1699 yılında imzaladığı Karlofça Antlaşması ile kaybeden Osmanlı, artık ‘Gerileme Dönemi'ne girer. Bu Kutsal İttifakın başında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu vardı ki Avrupa’nın ve dünyanın en güçlü devletiydi. Ne yazık ki biz bu büyük değişimi Karlofça’dan da daha önceye götürebiliriz. Muhteşem Süleyman diye bildiğimiz Kanuni o kadar güçlüdür ki gönderdiği bir mektupla savaşta esir edilen Fransa kralı 1.François'i hapisten kurtarır.[3] Fakat ne acıdır ki hapisten kurtardığımız François'nın kurduğu ‘Collège de France’ bugün halen eğitime devam etmektedir ve önemli bir araştırma kurumudur. Oysa Muhteşem Süleyman’dan kalan bir tane bile bir eğitim kurumu yoktur. Çeşmeyi, hanı, camiyi saymıyorum. Belki en dirayetli oğlu Şehzade Mustafa'yı, eşi Hürrem Sultan uğruna katlettirmeseydi, belki Osmanlı bu güne güçlü bir devlet olarak kalabilirdi.
Tarih hiç affetmiyor. En güçlü liderleri bile tarihten silebiliyor. Bu nedenle liderler tarihten ders çıkarmalıdır.
Osmanlı İmparatorluğu, Karlofça Antlaşması'ndan sonra en ağır yenilgiyi ve darbeyi, 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşından yedi. 30 Ekim 1918 tarihindeki Mondros Antlaşmasıyla da Osmanlı tarihten silindi. Osmanlı ne yazık ki dünyada gelişimi ve değişimi okuyamadı. Gelişime ayak uyduramadı. Ordusunu derleyip toparlayamadı. Bilme, eğitime, sanayiye, üretime, sağlığa, yola, ulaşıma gerekli alt yapıyı sağlayacak teknik beceriye ulaşamadı. Aksine, Avrupa ülkelerinden veya bazı tüccarlardan borç para almak mecburiyetinde kalan bir ülke olmuştu.
Tarih ne acımasız değil mi, 400 yıllık geçmişi olan bir ülke bugün dünyaya egemen oluyor; askeri, siyasi, ekonomi, sanayi, üretim konularında en güçlü benim diyor.
Rusya devlet başkanı Putin de ABD devlet başkanı Biden da kendi tarihlerini ve kendi milli ülkülerini çok iyi biliyorlar. Kuruluşlarından beri aralıksız bu ülkülerini yerine getirmek istiyorlar.
Görüldü ki dünyanın işleyişinde Birleşmiş Milletler, Avrupa İnsan Hakları, İstanbul Sözleşmesi, Lahey, Brüksel, NATO, Demokrasi, Hukuk gibi kavramlar, yaptırımlar pek bir işe yaramıyor. Devlet güçlüyse, ‘Haklı benim!’ diyebiliyor. Zaten bu kurum ve kuruluşlar da güçlüden yana tavır alabiliyor. Oysa bunlardan daha üstün olan, daha güçlü olan bir kuvvet vardır ki o da: bütün dünya insanlarının her türlü savaşa, her türlü haksızlığa dur diyebilmesidir. Halkın bu ortak tepkisinin dışında başka bir güç aranmamalıdır. Renk, ırk, dil, din gözetmeksizin bütün dünya halklarının meydanlara çıkması ve ‘Savaşa Hayır!/ No War!’ diye haykırmasıdır.
Unutulmasın ki dünyanın haritasını, tarihini, ekonomisini, devlet yapısını değiştiren güç, 18. Yüzyılda yaşanan Fransız Devrimi ile olmuştur. Fransız Devrimi bir halk hareketiyle başlamıştır. Merkezi otoriteler, ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu değişim ve gelişim sürecini kavrayamazsa ve liderler tek başına çözmeye kalkarsa, karşısında 18. Yüzyılın Fransasını değiştiren kitleleri bulurlar. Güçlü olan halktır çünkü.
Mehmet Dağıstanlı
Eğitimci- Yazar
Comentarios