MİLLİ KAHRAMANLARINI UNUTAN ÜLKE
Bundan yaklaşık 200 sene önce, 1840-1888 yılları arasında yaşayan, Türk edebiyatının güçlü kalemi, korkusuz yazar, hürriyet ve vatan’ şairi Namık Kemal, ülkenin içinde bulunduğu durumu ‘Murabba’ adlı şiirinde dile getiriyor ve adeta isyan ediyor, bıçağın kemiğe dayandığını anlatmaya çalışıyordu.
‘Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen, ben,
Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen;
Yetişir terk edelim gayrı hevâ vü hevesi! ...’
Evet, Namık Kemal, yeter artık, diyor, düşmanın eline, düşmanın kucağına düştük, bırakın artık kişisel çekişmeleri… Bir zamanlar dünyaya hükmeden koskoca Osmanlı Devletinin, düşmanın elinde oyuncak olduğunu söylüyor vatan şairi Namık Kemal ta 19. Yüzyılda. Bu acı durumu, ne yazık ki Türk Milleti 20. Yüzyılda- I. Dünya Savaşı yıllarında da yaşadı. O gün de Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ‘Gençliğe Hitabe’sinde şunları dile getiriyordu:
‘Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.’
Evet, tam da I. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin durumu böyleydi. Türk topraklarının işgal edildiği yıllarda Saray’da Sultan Vahdettin, Sadarette Damat Ferit Paşa vardı. Üzülerek yazıyorum ki yönetim, Türk Milleti ile birlikte hareket etmedi. Birlikte hareket etmeyi bir tarafa bırakın, Yunanlıların, İngilizlerin galip gelmesini arzu ettiler. Oysa Anadolu’da, Kafkaslardaki Türk milisler ve Kuvayı Milliye Saray’dan destek bekliyordu; ama olmadı. 1920 yılının Adliye Nazırı olan Ali Rüştü: "General Paraskevopulos'un ordusu, şimdi sürat ve şiddetle harekâta devam eyleyecek olursa, birkaç haftada Ankara Surları önünde bulunacaktır. Yunan ordusunun başarısı için dua ediniz! Bu ordu bizim ordumuzdur!" gibi haince beyanat veriyordu. Nazır Rıza Tevfik ise: "Anadolu direnişi bir blöftür. Avrupa medeniyeti Anadolu'yu bu zararlı haşereden temizleyecektir. Hüküm galibindir. Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır," diyordu. Delibaş Mehmet adeta kinin kusuyordu: "Halifenin müttefiki olan İngilizler Pınarbaşı'na doğru geliyorlar. Onlarla birlik olup Kuva-ı Milliyecileri yeneceğiz. Kim milliyecilerle birlikte Yunana karşı giderse şeran kâfirdir". 1921 yılında Sadrazam olan Salih Paşa da devlet adına: "İngiltere'ye direnip durmak gereksiz ve tehlikelidir." diyordu; adeta dalâlet ve hatta hıyanet içindeydiler.
Anadolu, bu söylenenleri duydu, ölçtü, biçti. Reşat Nuri Güntekin’in dediği gibi: ‘Anadolu alim değildir; ama ariftir!’ sözünü doğrular gibi kendi kaderini kendisi yazdı.
Kadınıyla- erkeğiyle, kağnısıyla- çarığıyla Türk Milleti tüm dünyaya meydan okudu.
Anadolu adeta ‘Kadın ve Kağnının Zaferini’ dünyaya duyurdu.
******************
Sıradan bir toprak parçası olmayan Anadolu’yu iyi okumak gerekiyor.
Asya topraklarının Akdeniz’e uzantısı olan Anadolu toprağı farklıdır diğer kıta topraklarından. Ne Afrika topraklarına benzer ne Amerika ve ne de Avrupa topraklarına. Tarih, medeniyet kokan dağları, ovaları, nehirleri bir tarafa bırakırsak belki üç yüz bin yıllık bir insan geçmiş olan kültür coğrafyasından bahsediyoruz. Anadolu bilmi ve irfanı kucaklamıştır; dinlerin, medeniyetlerin, sanatın evrene yeni pencereler açtığı bir etnografik müze sunmuştur insanlığa. Ve şu bir gerçektir ki Anadolu, dünya coğrafyasında bütün insanlığın uğradığı, uğramak zorunda olduğu tek geçit toprağıdır. Toprağı zengin kılan da insan hareketliliğidir. Zenginlik bu insan çeşitliliğinden kaynaklanmaktadır. Düşünürlerin, ozanların, bilim insanlarının, tanrıların, kralların, imparatorların, sultanların sofrasıdır. 18 bin yıl önceki Göbeklitepe’yi, Sümerleri, Etiler’i anmak bile haklılığımızın kanıtıdır. İstenmese de, ne yazık ki bu insan ve toprak zenginliği savaşın acımasızlığını da Anadolu’ya taşımıştır. Anadolu 300 bin yıldır savaşların, çekişmelerin yaşandığı nadir coğrafyalardan biri olmuştur. Göbeklitepe’nin niçin ve nasıl ortadan kaldırıldığını bilmiyoruz ama Türklerin, tarihin derinliklerindeki geçmişi olan Sümerlerin, Etiler’in savaşlar sonucunda tarihten silindiğini biliyoruz. Bu kültür, medeniyet, insan zenginliği savaşları da beraberinde getirmiştir.
Daha yakın tarihlerde Roma, Bizans uygarlıklarının savaşlarla anıldığını; Selçuklu, Osmanlı uygarlıklarının savaşsız günlerinin olmadığını, Anadolu coğrafyasının bu savaşlara da şahit olduğunu biliyoruz.
Anadolu çeşitli uygarlıkların ve çeşitli dinlerin hatta mezheplerin de savaşmasına sahne olmuştur. Katolikler, Protestanlar, Şiiler, Sünniler yüzyıllarca kan akıttı bu topraklarda.
Dünyayı demek istemiyorum ama Anadolu’nun kaderi savaşlarla yazılmış.
Üç tarafı denizlerle çevrili yarımadanın çekiciliği, coğrafi zenginliği, askeri önemi, ekonomik verimliliği, Anadolu’ya egemen olmak isteğini doğurmuştur. Bu istek, dünyanın siyasi tarihini değiştirmeye zorlamıştır. Bütün oklar Anadolu’ya çevrilmiştir. Bu yüzden, evet, işte bu yüzden binlerce yıldır Anadolu’nun masum insanlarının kanı boşuna akmıştır; akmaya da devam etmektedir.
Anadolu’daki Türk varlığı 13. Yüzyıl, Osmanlı Beyliği’nin 1299’da devletleşmesiyle kalıcı egemenliğe dönüştü. Bütün dünya güçlerinin Anadolu’ya egemen olma isteği de 13. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar sürdü. I. Dünya Savaşının en önemli amaçlarından biri de Türklerin Anadolu’dan atılması, Asya bozkırlarına gönderilmesiydi. Bu düşünce başta İngilizler olmak üzere bütün Büyük Güçlerin hedefiydi. Bu yıllar dünyada gelişen siyasi olaylar akıl almaz bir hızda gelişiyordu.
Peki, neydi bu siyasi olaylar?
1912 ’lerde başlayan Balkan Savaşları,
1914 ’lerde başlayan Birinci Dünya Savaşı ve Sarıkamış Harekatı,
1915 Çanakkale Savaşı,
1915 Çarlık Rusya’sının Anadolu’yu işgal etmesi,
1916 Erzurum’un işgali,
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi, (Ateşkes Antlaşması)
Mütareke sonucu, 31 Ekim 1918’de Anadolu’nun tümü işgal edildi. Büyük Güçler amaçlarına ulaşmıştı.
Evet, Türk toprakları tarihinde ilk kez siyasî, iktisadî, idarî, askerî, ticarî, dinî, ulaşım, iletişim, eğitim, yani tüm alanlarda emperyalist güçlerin egemenliği altına girdi bu tarihte.
Türkleri, Anadolu’dan atma isteği gerçekleşmek üzereydi.
Evet, gerçekleşmek üzereydi; ama bu isteğe karşı çıkan Anadolu’nun arifleri, abdalları, baceyan-ı Rumları, efeleri, dadaşları vardı.
Anadolu, 31 Ekim 1918 tarihinde derin bir suskunluğa bürünmüştü. Sarayın ses çıkaramadığı İngiliz’lerden oluşan emperyalist güçler, 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’u işgal etti.
İstanbul işgal edildi
İşgal sonrası İstanbul’da 10 bin yıllık Türk tarihinin, 600 yıllık Osmanlı tarihinin en acı günleri yaşandı:
Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı düşman süngüsü altında zorla kapatıldı! Sadrazam Tevfik Paşa, arabası ile padişahla toplantıya yapmaya giderken, İngiliz askerleri yolunu kesti ve koskoca devletin sadrazamını karakola götürdü ve tutukladı…
Bütün Osmanlı topraklarında azınlık gruplar, özellikle Ermeni ve Rum çeteler, Türkler aleyhine faaliyetlere giriştiler…
Bu çeteler bizim için çok önemliydi; çünkü Türk milisleri en büyük mücadeleyi bunlarla yaptı: Yeniköylü Deli Yani ve çetesi, Kocabaş Hıristo, Barbar Yani, Deli Hıristo, Çakır Yorgi, İzmit Mihaliç köyünde Kostantin çetesi, Deli Petro çetesi, Köse Dimitri çetesi, Pandelli çetesi, Yuvacıktan Vahan çetesi, Donik çetesi, Karamürsel’de Antranik çetesi, Darıca’da İstel çetesi… Doğuda ise: Tero- Haço- Remgavar- Taşnaksutyan…
Rum çeteler
Bu çeteler bir süre sonra askeri güçlere, Türk köylerine baskınlar yaparak evleri yakmaya, insanları katletmeye başladılar.
Yunanlı askerler köy meydanında Türk kadınlarını oynattı.
İşgaller devam etti İzmir, Aydın, Bursa, Balıkesir, Ayvalık, İzmit işgal edildi.
(Burası İzmit- tersane bahçesi… İşgal yıllarında keyfi idamlardan bir örnek.)
Mustafa Kemal ve arkadaşları durumun ne kadar vahim olduğunun farkındaydı. Görevle Anadolu’ya/ Samsun’a gitti. Paşa’nın Samsun’a gitmesi çok önemlidir. Saray, Samsun’da bazı olayları araştırması için Mustafa Kemal’i görevlendirmiştir. Paşa, Samsun’a gider ve olayla ilgili hazırladığı şu raporu Saray’a gönderir:
“ İngiliz kıtasının, Samsun’ a çıkması üzerine, memleketin yabancı istilasına uğradığı hissine kapılan ve Rum taşkınlıklarına kızan, 15. fırka (Tümen) makineli Tüfek Subayı Ahmet Hamdi Efendi, Rum çetelerinin, Türk Köylerine ve halkına yapmakta oldukları zulüm ve tecavüzden üzülerek, bir makineli tüfek ve emrindeki askerlerle, 17-18 Mart gecesi dağa çıkmıştır. “
Mustafa Kemal, Rum çetelerinin, Türk Köylerine ve halkına yaptığı zulmü önlemek için halkıyla beraberdir. Mustafa Kemal’in bu hareketi Saray tarafından hoş karşılanmaz.
15. Fırka makineli Tüfek Subayı Ahmet Hamdi
Artık Mustafa Kemal Anadolu’dadır. İlk kıvılcımlar yakılmaya başlar. Kongreler yapılır. Derin bir suskunluğa bürünen Anadolu’da bu kez bir halk hareketi başlar.
Esareti asla kabul etmeyen Anadolu insanı, Kurtuluş Savaşı hareketini Erzurum’dan başlattır. Kuvayı Milliye harekete geçmiştir artık: Milis teşkilatları kurulur.
Bu arada Saray ve Sadrazam Damat Ferit, Anadolu’daki bu gelişmelerden çok, hem de çok rahatsızdı. Şeyhülislam başta olmak üzere bazı dini kuruluşlar ve ‘İslam Yüceltme Derneği’ 1920’de bildiri yayınlar. Bildiride der ki: "Yunan ordusu Halife’nin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlûkat Ankara'dadır." Damat Ferit Hükümeti de bunu beklemektedir. Anadolu’yu işgal eden İngiliz ve Yunanlılara karşı olan Kuvayı Milliyeyi yok etmek için ferman yayınlar:
Hükümetin kararıyla Kuvayı Milliye dağıtılacak ve Mustafa Kemal tevkif edilecekti. Bu görev de Saray tarafından Kazım (Karabekir) Paşa’ya verilir. Mustafa Kemal Erzurum’da Milli Mücadelenin hazırlıklarını yapmaktadır. Sivildir. Tevkif emrinin Kâzım Karabekir Paşa’ya verildiğini bilmektedir. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz, Erzurum’da hala ayakta durmaya çalışan tarihi konakta, heyetiyle birlikte çalışmaktadır.
Mustafa Kemal ile Kazım Paşa’nın görüştüğü tarihi konak.
Yanında Rauf Bey de vardır.
İçeriye telaşlı bir vaziyette Yaver Cevat Abbas girer:
“Efendim Kolordu Kumandanı Kâzım Paşa, sizi ziyarete geliyorlar!”
Herkes üzgündür. Paşa:
‘Buyursunlar!’
Kazım Paşa odaya girer, askerce selam verir:
‘Paşam, bütün kolordumla beraber emrinizdeyim!’
Bu an tarihi bir andır. Milli Mücadelenin devam etmesi demektir.
Kazım Paşa’nın, ‘Emrinizdeyim Paşam!’ dediği an.
Türk yurdu böyle paylaşıldı.
Osmanlı çaresizlik içerisindedir. Emperyalist güçler her taraftan saldırı halindedir. Osmanlı topraklarının her köşesinden vatan savunması için kadın, erkek, yaşlı, genç direnişçiler, milisler ortaya çıkar. Ayşe çavuş, Halime çavuş, Kılavuz Hatice, Emir Ayşe Efe, Antepli Yirik Fatma, Hafız Selman, Gördesli Makbule, Zeynep Hanım, Adile onbaşı, Tokatlı Fadime, Yörük Ali Efe, Çakırcalı Mehmet Efe, Demirci Mehmet Efe, Gökçen Efe, Çiftlikli Kübra, Antep savunmasının kahramanları Şahin Bey, Cücüş Baba, Karayılan, Hayme Ana, Şerife Bacı, Binbaşı Ayşe…
Ve daha yüzlerce adını sanını bilemediğimiz kadın, erkek, çocuk milislerimiz…
Bu milislerden biri de Üsteğmen Kara Fatma’dır.
Asıl adı Fatma Seher olan Kara Fatma, 1888 yılında Erzurum’un Aşkale ilçesi Çay (Ergemansur) köyünde dünyaya geldi. Ona aile arasında ‘Mahi’ diyorlardı. Annesi Erzurumlu Ayşe hanım, babası Mısırlıoğulları’ndan Abdullah, Delioğulları namıyla bilinen bir ailedendir. Çocukluğu babasının yanında ve çiftçilikle geçer.
Fatma Seher, herkes gibi sıradan bir ailenin kızıdır. Onu öne çıkaran, üstün kılan, dünya çapında milli bir kahraman ve emperyalist güçlere karşı yenilmez bir direnişçi yapan dünyada gelişen siyasi olaylardır.
Fatma Seher’in farkı dünyanın siyasi olaylarına seyirci kalmamasıdır!
Bundan sonraki hikaye dünyada eşi benzeri olmayan bir hikayedir.
Öncelikle Fatma Seher nasıl Kara Fatma oldu ona bakalım.
Balkan Harbi yenilgisinden sonra tayini Sarıkamış’a çıkan Erzurumlu Fatma Seher’in eşi Binbaşı Derviş Bey, gittiği cephede şehit olur. ‘Deli Sülo’ lakaplı kardeşi Süleyman, Kasımpaşa’nın en kuvvetli kabadayısıdır. İşgal güçlerine karşı birlikte çete kurarlar. Artık o da direnişçilerdendir. İşgal güçleri İstanbul’dadır. Fatma Seher bu zilleti görür, dayanamaz. Hiçbir eğitim almamış Fatma Seher’in damarlarına işleyen Türklük bilinci, Türk olma şuuru bu gün hepimiz için onur kaynağıdır: ‘Kadın isem Türk değil miyim, elbet bize de düşecek bir vazife vardır!’ der ve Mustafa Kemal’den görev talebiyle, İstanbul’dan çok meşakkatli bir yolculukla Sivas’a gider. Mustafa Kemal’i arar, bulur, görüşür. Bu karşılaşma tarihi bir karşılaşmadır ve kendisi şöyle anlatır:
‘Mustafa Kemal’in Sivas’ta faaliyete geçtiğini haber aldığım dakikadan itibaren duyduğum sevinci tariften acizim ve ilk işim kısa bir hazırlıktan sonra Sivas’a müteveccihen hareket etmeyi kararlaştırdım; hemen yola çıktım ve Gülcemal Vapuru’yla Samsun’a, oradan da Sivas’a vardım.
Mustafa Kemal’in huzuruna çıkabilmek için muhtelif kıyafete girerek üç günlük bir mücadeleden sonra, devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas’ta öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken yolda yakaladım.
Üzerimde çarşaf vardı, yüzüm de peçe ile kapalı idi.
Kendisine:
‘Paşam, bir arzım var, az zaman verin bana...’ diye seslenince, ilk defa sert bir lisan kullanarak:
‘Ne görüşeceksin?’ mukabelesinde bulundular.
Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye galip gelerek derhal peçemi kaldırdım ve İstanbul’dan buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi, maruzatımın bir dakika için dinlenmesini rica ettim.
Bunun üzerine pek yakında bulunan bir lokantaya beni kabul ettiler:
‘Paşam, şehit eşimi toprakta, iki yetimimi İstanbul’da bırakıp sizinle görüşmeye geldim. Bu aziz vatanı kurtaracak sensin, bütün millet senin emrini bekler... Edirne’de düşmana karşı geri hizmette bulundum, yaralı askerleri sırtımda taşıdım, kadınları topladım, askere çorap ördük, mintan diktik ama yetmedi bana, vatan için görev isterim senden Paşam, düşmana karşı vuruşmak isterim. Kocamın bıraktığı yerden ben devam etmek isterim… İş göster bana, emret!’
‘Adın ne senin?’
‘Fatma, Paşam!’
‘Peki, silah kullanmasını bilir misin?’
‘Bilirim elbet!’
‘Ata biner misin?’
‘Binerim… Hem de yavuz binerim, at üzerinde büyüdüm...’
‘Peki harpten, ateşten hiç korkmaz mısın?’
‘Muharebe bana bayram yeridir Paşam, ne korkması...’
İşte o an Mustafa Kemal elini omzuma koydu ve
‘ Bundan sonra düşman senden korksun, bütün kadınlarımız senin yiğit, ak yüreğini taşısın, Kara Fatma…’
Erzurumlu Fatma Seher’in ‘Kara Fatma’ oluşu Sivas’ta böyle başlamıştır.
***********************
Evet, Fatma Seher artık Kara Fatma’dır.
Mondros Mütarekesi yapılmış ülke işgal edilmiştir.
Kara Fatma, Namık Kemal’in ve Mustafa Kemal Paşa’nın uyarılarına kulaklarını tıkamamıştır; eline silahı alıp yanında kızı, oğlu ve kardeşleriyle bütün vatan topraklarında, işgal güçlerine karşı direnen dünyada tek kadın kahramandır! Bu haliyle ‘Türk Kadınlar Birliği’ onu ödüllendirmelidir, her yıl anmalıdır. Bundan yüz yıl önce, kadının adının dahi anılmadığı yıllarda, evinden çıkmasına izin verilmediği günlerde; baskının, boyunduruğun Türk kadınlarına uygulandığı bir dönemde Kara Fatma, çevresine topladığı milisleriyle dünyaya meydan okuyor. Kendi kafasında bir proje geliştiriyor ve bu projeyi uyguluyor. Onun bu hareketi dünyada ilk ‘Girişimcilik’ örneğidir. Bu günün girişimci kadınları Kara Fatma’yı, ‘Dünyada İlk Girişimci Kadın’ olarak seçmeliler. Meydanlara, caddelere adını vermeliler. Parklara, bahçelere heykelini, büstlerini yaptırmalılar.
Kara Fatma, Mustafa Kemal’in emriyle İstanbul- Kasımpaşa’dadır. Topkapılı Pire Mehmet, Laz Tahsin, kardeşi Deli Sülo, Mehmet çavuş, oğlu Seyfettin ve yakın akrabaları ile milis teşkilatı kurar.
Kara Fatma’nın kurduğu Topkapılı Pire Mehmet, Laz Tahsin, kardeşi Deli Sülo,
Mehmet çavuş, oğlu Seyfettin, Ayşe ve Zeynep çavuş, Mecidiyeli Musa çavuş, Sapançalı Murat ve yakın akrabaların oluşan milis kuvveti.
İzmit’in Kuvay-ı Milliye reisi Murat ağa ile görüşür. Silah, cephane, kıyafet ve erzak alır. Anadolu’ya silah kaçırır.
Kara Fatma, tıpkı burada olduğu gibi pazarda köylü kıyafetiyle Anadolu’ya silah sevkediyor… Yolu dahi olmayan Anadolu’nun taşlı, tozlu, toprak geçitlerinde kağnılar ile kadınlar zaferi taşıyor. Kara Fatma bu zafer yolculuğu sırasında Yunan askerleri tarafından yakalanıyor, hapsediliyor. Konuşturulmaya çalışılıyor; ağzını açmıyor. 19 gün işkence görüyor. Elini, ayağını, kemiklerini kırıyorlar. Gözünden yaralanıyor. Öldü diye bırakılıyor. Sürüne sürüne karargahına gidiyor.
Bu yüzden Türklerin Anadolu’da kazandığı zafere ‘Kağnılar ve Kadınların Zaferi’ denilse yanlış olmaz.
Kara Fatma’nın müfrezesinde 43’ü kadın, önce 480 kişi, daha sonra 700 milis bulunmaktadır. Bursa, Balıkesir, Afyon, Eskişehir, İzmit, İznik, İzmir, Adapazarı, Bilecik, Bolu yöresinde milis güçleriyle Yunanlılara göz açtırmaz. Bahçecik, Yeniköy, Değirmendere, Servetiye, Kaynarca ve Fındıktepe civarında faaliyet gösteren Rum ve Ermeni çetelerinin korkulu rüyası olur. Bu mücadele sırasında yine dünyada eşi benzeri olmayan bir olay yaşanır: Kara Fatma 25 Yunan subayını esir alır. Sırf bu olay bile romanlara, tiyatrolara, filmlere konu olabilir. Ama bizim ne yazarlarımızın, ne tiyatrocularımızın ve ne de sinema sanatçılarının bu olaylardan haberi var. Onun bu kahramanlığı ününe ün katar. O artık Üsteğmendir. Bölük Komutanı olur. Balkan, Sakarya, İnönü, Dumlupınar, Başkomutanlık muharebelerine katılır.
Bölük Komutanı Üsteğmen Kara Fatma.
Bu arada yine dünyada eşine benzerine rastlanılmayan bir örnek yaşanır: Çeşitli cephelerde başarısız olan Türk askerine moral olsun diye, asker arasında ünlenen Üsteğmen Kara Fatma’nın cephedeki bir resmi yaptırılır ve tüm birliklere dağıtılır.
Resmin altında şu yazılmaktadır:
“ Son İnönü Muharebesi’nde süvari ve piyade birliklerimize katılan Türk kadınlığının övünç kaynağı olan kahraman kadın savaşçımız KARA FATMA!”
Ünü her tarafta duyulur Üsteğmen Kara Fatma’nın. Amerikalı Yakın Şark Yardım Heyeti reisi fotoğrafını yayınlayınca, dünyanın da dikkatini çeker. Dünyada ilk kez bir Türk kadın kahraman, 23 Nisan 1922 tarihinde ’The Newyork Times’ gazetesinde yer alır.
Cesur, korkusuz, atılgan, gözü kara Üsteğmen Kara Fatma, bu kez de Büyük Taarruz günlerinde bir kez daha Yunanlılara esir düşer. Yunanlı kumandan General Trikopis ile görüştürülür. Ancak Kara Fatma bu esaretten de yine kendi imkanlarıyla kurtulur ve kaldığı yerden Milli Mücadeleye devam eder.
Umulmadık bir anda, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Anadolu’nun bağrından çıkan Kuvayı Milliye, işgal güçlerini vatan topraklarından atar. Kurtuluş Savaşı, yokluk günlerinde Kara Fatma ve Ayşe çavuş, Halime çavuş, Kılavuz Hatice, Emir Ayşe Efe, Antepli Yirik Fatma, Hafız Selman, Gördesli Makbule, Zeynep Hanım, Adile onbaşı, Tokatlı Fadime, Gökçen Efe, Çiftlikli Kübra, Hayme Ana, Şerife Bacı, Binbaşı Ayşe gibi asil, cesur, korkusuz, yürekli, gözü tok vatan evlatlarının sayesinde kazanılır.
Türkiye Cumhuriyeti bu milli ruh ile kurulmuştur.
Kara Fatma, Türk ordusunda üsteğmenliğe yükselen ilk kadın subay olur ve köşesine çekilir. Türkiye Cumhuriyeti, Kara Fatma’yı istiklal madalyası ile taltif eder ve yaptığı hizmetinden dolayı emekli maaşı bağlar; fakat o, Anadolu’nun mert, yiğit, gözü kara Türk kadını: ‘Ben, bütün mücadeleleri vatanım ve milletim için yaptım, bir beklentim yok’ der ve maaşı reddeder.
Üsteğmen Kara Fatma’nın bundan sonraki hayatı yokluklar, sıkıntılar, hastalıklar içerisinde geçer. Tam bir roman[3], tiyatro[4], film konusudur. Hastadır, kimsesizdir, yoksuldur, perişandır, yatacak yeri yoktur. Bir süre, ‘Galata Rus Manastırı’nda kalır. İçi elvermez, ayrılır. Yardımseverlerin verdikleri para ile idare eder.
Erzurumlu Üsteğmen Kara Fatma’nın, tahminen 1950 yıllarındaki durumun en güzel betimleyen naturalist bir karakalem çalışması. Eser, ressam Halim Yalçın’a aittir. Ve ilk kez Kara Fatma’nın karakalem resmi yapılıyor.
Tahminen 1950 yılları. Kara Fatma halk arasında
Yıl 1954…
Kars milletvekili Tezel Taşkıran ve Rize milletvekili İzzet Akçal’ın teklifiyle 170 lira maaş bağlanır. Ancak Kara Fatma Darulaceze’dedir. 11 gün yatar
Yıl 1955, Haziran:
Üsteğmen Kara Fatma Hak’ka yürür.
*************************
Üsteğmen Kara Fatma bilme inanan, eğitime önem veren, sanatı hayatın her kademesinde ilke edinen gelişmiş bir ülkede doğmuş, oranın milli kahramanı olmuş olsaydı, o ülkede onlarca filmi çevrilirdi, onlarca kitap yazılırdı, hayatı sahneye aktarılırdı; meydanlara, yollara, parklara, okullara adı verilirdi. Ama biz, milli kahramanlarını unutan ülkeyiz; ne eğitimimiz, ne tekniğimiz ve ne de bilgi gücümüz bir milli kahramanı dünyaya anlatacak seviyede değil. İç çekişmeler, siyasi buhranlar, liyakatsiz insanlar 10 bin yıllık Türk tarihine yakışmayacak gündemlerle uğraşıyor.
Umarım, günümüzü en güzel anlatan dörtlüğü bir daha örnek vermeyiz:
‘Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen, ben,
Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen;
Dest-i a'dâdayız Allah içün ey ehl-i vatan ;
Yetişir terk edelim gayrı hevâ vü hevesi! ...’
Mehmet Dağıstanlı
Eğitimci Yazar
E- SANAT kurucusu
Comments