Tarihin her döneminde insanlar/devletler çeşitli sorunlarla karşılaştı. Bu sorunların aynısını ya da benzerlerini bizler de yaşıyoruz. Şüphesiz yarın da devam edecektir. İnsanla ilgili, insan kaynaklı olduğu için sorunlar evrenseldir. Bu yüzden çözümler de evrenseldir. Savaş, üretim, açlık, çevre, depremler, hastalıklar gibi… Bir taraftan sorunlar yaşanırken diğer taraftan da çözüm yolları aranıyor. Kimi toplumlar, kendi içinden yetiştirdiği bilge insanlar sayesinde bu sorunları çözüyor. Kimi zaman da farklı toplumların yetiştirdiği insanlar bu sorunları çözmeyi başarıyor; ama hepsi insanlığa mal olmuş bilge insanlardır. Eğitim süzgecinden geçen siyasi, askeri liderler olduğu gibi, kimileri de halk kültürüyle yetişmiş bilgelerdir. Tarih böyle anlatıyor. Okumuşlar, araştırmışlar bu bilgeler. Satranç oyunu olan hayatın karşısında düşünmeleri, sezebilmeleri, hayal kurabilmeleri sayesinde son hamleyi yapmışlar. İyi oyuncu olan bu bilgeler, doğuştan getirdikleri zihin yetenekleri sayesinde, oyundaki sorunu önceden hissedip son hamleyi yapabilmişler. Onların büyüklükleri de bu son hamledir.
Son hamle cesaret ister, sabır ister, bilgi ve güvenirlik ister; son hamle kararlılık, planlama ister ve ileriyi görmeyi gerektirir.
Bu gün insanlığın en büyük sorunlarından biri olaylar karşısında çözüm üretememektir. Kolay değildir çözüm üretmek. Kolay olsaydı dünya güllük gülistanlık olurdu. Evet, bu bir evrensel sorundur ve çok önemlidir. Hele sorun insanlıkla ilgiliyse ve çözüm üretilemiyorsa bu daha da önemlidir; çünkü toplumu/toplumları felakete kadar götürebilir. Tarihte bunun binlerce örneğini okuduk. Aileler, aşiretler, şirketler, devletler arasındaki basit anlaşmazlıklar büyük savaşlara, yıkımlara ya da büyük ekonomik buhranlara neden olmuştur. Dünyadaki bütün savaşların, çözüm bulunamayışından kaynaklandığını söylesek hiç de yanlış olmaz. Aklın ve bilmin olmadığı yerde ihtiras, ihtirasların olduğu yerde yıkımlar, gözyaşı ve kan vardır. Tarihte Hitler’in, Stalin’in ve İngiliz devlet politikasının bir ihtiras abidesi olduğunu söyleyebiliriz.
Akıl ve bilim yerine hurafeler, saplantılar cehaleti doğurduğu için cehaletin olduğu yerde de çözüm yoktur. Aşiret gibi yönetilen ülkeler, şeyhlik, sultanlık gibi tek kişinin iradesinin egemen olduğu toplumlarda saplantılar, yönetim korkusu dikta rejimine götürür yönetimi. Dikta ise akıldan, bilimden uzaklaşmak demektir. Cehalet toplumların çürümesine neden olduğu için cahil toplum yavaş yavaş çürür; içten içe yok olur. Üretme, akıl, bilim yoktur çünkü. İnsanı onurlu yaşatan ise üretme gücüdür. İtibarlı toplumlar üreten toplumlardır. Üretememe sorunu çözülemezse milletin haysiyeti, özgürlüğü elinden gider. Üreten, bilme inanan eğitimli insan tüm toplumlara egemen olabilir. Eğitim sorunu çözülemezse kölelik başlar. Bu çok açıktır: önce yardım, yardım aldıktan sonra da emir almaya başlanır. Bu yüzden çözüm üretebilen insanlar, toplumlar hep bir adım öndedir. Japonlar gibi… Japonlar hem savaş sonrası aldıklar yenilgiye hem de doğal afetlere karşı çözüm ürettiler; egemen oldular, onurlarını korudular, özgürlüklerine sahip çıktılar.
Dizginlenemeyen ihtiraslar sonucunda çıkan I. Dünya Savaşı, dünya haritasını değiştirdi. Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluğu haritadan silindi. Aslında Osmanlı 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren azametini, gücünü kaybetmeye başlamıştı. Çağındaki bilim ve teknik gelişmeye ayak uyduramayınca gerileme, hatta tarihten silinme kaçınılmaz oldu. Ne yazık ki bu gerileyişi, Osmanlı yönetimi bir türlü kavrayamadı. I. Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlı’yı İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar ve Ruslar istedikleri gibi paylaştı. Kafkaslar, Balkanlar, Arap yarımadası elden çıkmış; ve hatta Anadolu dahi Türkler’e fazla görülmüştü. 93 Harbi’nden beri sürekli savaşların içinde olan Türk Milleti artık yorulmuştu. Üstelik ekonomisi iflas etmiş; eğitim, sanayi, tarım ve üretim yok denecek kadar azalmıştı. Hatta yoktu. Anadolu’da giyilecek çarık, yazacak kalem, yürüyecek yol yoktu. Anadolu hem 93 Harbi şehitlerine, hem de I. Dünya Savaşı şehitlerine ağlıyordu. Ne bir yaralıyı yatıracak hastahane, ne de yaraları saracak doktor ve hemşire vardı. Savaş sonrası ülkede baş gösteren salgın hastalıklara dur diyecek teknik bilgi de yoktu. Zaten ülke olarak, Ankara ve çevresine sıkıştırılmış bir Türkiye vardı. İngiliz Dışişleri Bakanı Çhourçil’in dediği gibi, Türkler geldikleri Orta Asya bozkırlarına gönderilecekti. Bunlardan daha önemlisi eli kalem tutan, aydın diyebileceğimiz bütün insanları savaşlarda kaybetmiştik. Yoksulluğa, kimsesizliğe, çaresizliğe ne halifelik, ne şeyhülislam ve ne de padişah dermen olmuştu. Yetişmiş insanımız da bir elin parmakları kadardı. Hatta, New York Times Ocak 1923’te şöyle yazmıştı: ‘Bir avuç Türk dünyaya meydan okudu!’ Evet, işte o yoksulluk, çaresizlik günlerinde ortaya çıkan bir avuç Türk: Mustafa Kemal idi, Kazım Karabekir, Cevat Çobanlı, Asım Gündüz idi, Fevzi Çakmak, Kazım Özalp, A.Fuat Çebesoy, Kazım İnanç, İsmet İnönü, Fahrettin Altay idi. Bu bir avuç Türk birbirlerine inanan, güvenen insanlardı.
Ülkenin en zor günlerinde, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un işgal edildiği, Meclisin İngilizler tarafından kapatıldığı, sadrazamların tutuklandığı, Padişah Vahdettin’in dahi İngilizlerin sözünden çıkamadığı, daha da önemlisi bağımsızlığımızın elimizden alındığı o günlerde, bu bir avuç Türk içinden çıkan Mustafa Kemal, kafasında planladığı Anadolu’daki Milli Mücadele macerasına başladı. Yıl 1919. Ülke düşman çizmesi altında. Çözüm üretecek hiç kimse yok. Millet yoksul, yorgun ve ürkek. Dünyada belki hiçbir güç, böylesine yoksul ve yorgun milleti ayağa kaldırabilecek güçte değil. Zaten yazılı tarihte, bu şartlarda olan bir ülkenin veya ulusun, bağımsızlık savaşı verdiği ve kazandığı görülmüş değil.
Ülke tam da bu haldeyken:
Sorunlar çok, üstelik ülke elden gitmek üzereyken, çözüm üretecek hiç kimse yokken bu topraklarda, o bir avuç Türk’ün içinden çıkan bir lider, ülkenin bu haline çözüm üretiyor. Elinde sihirli değnek yok; ama sorunlara çözüm üretiyor. Türk Milletini içine düştüğü bu bataklıktan kurtarmaya çalışıyor. O günün şartlarında, kendi ülkelerindeki sorunlara çözüm bulamayan tüm liderler silinip gitmişti oysa tarihin sayfalarından.
Anadolu’da (Samsun) Türk milislerin, İngilizleri rahatsız etmesini incelemek için saray tarafından teftişe gönderildi Mayıs 1919’da Mustafa Kemal. Teftiş yaptı; ama bu işte bir terslik vardı. Asıl rahatsız edilen Samsun halkı, Samsunlu milisler ve Samsun’daki Türk askerleriydi. Kafasında Türk yurdu Anadolu’yu işgal etmiş güçleri, bu topraklardan nasıl çıkaracağının hesabını yapan, yani çözüm arayan Mustafa Kemal, büyük bir kararlılıkla, ileride yapılabilecek bütün hamleleri önceden görerek hamlesini yaptı. O, geçmişine, tarihine bağlıydı: ‘‘Geçmişini bilmeyen geleceğine yön veremez,’ düşüncesindeydiGeçmişini bilmeyen geleceğine yön veremez,’ düşüncesindeydi. Kendisine güvenen bir avuç arkadaşıyla Türk Milleti’nin güvenini kazandı; milletini yanına aldı. Anadolu’da işgal devam ederken, halkıyla ve milisleriyle birlikte Ankara’da hükümeti kurdu. Dünyanın hayret ve şaşkın bakışları içerisinde. Karşısına, halife taraftarlarını almaktan çekinmeden Türkiye Büyük Millet Meclisini açtı. Oysa bu karar O’nun idam fermanıydı.
‘Olsun!’ dedi, bağımsızlık için meclisi açmak önemli, kesin, cesur bir adımdı çünkü.
O, plan adamıydı. Plan başarının ilk adımıydı: İngiliz egemenliği altındaki İstanbul’dan çıkabilmek için çok ince plan yapılması gerekiyordu. Kendi ailesine ve arkadaşlarına dahi yapacaklarını sezdirmeyen Mustafa Kemal, İstanbul’dan Anadolu’ya uzanan zor yolculuğu sabırla gerçekleştirdi. Anadolu’da kiminle, nasıl, hangi şartlarda mücadele edeceğini planlamıştı. Karşısındaki gücün bütün planlarını tahmin etmişti. Oysa İngiliz komutan Çohurcil, ‘Çanakkale’yi alacaktık yalnız bir şeyi hesaba katmamışız: Mustafa Kemal Atatürk!’ itirafında bulunmuştu 1915’lerde.
O, mesleği savaşmak, savaşmak için yetişmiş olmasına rağmen zorunlu olmadıkça savaşa karşı duran bir komutandı. O, kimliği belli olmayan Osmanlı ümmetine, Türk Milleti bilinci veren devrimci bir lider ve bir devlet kurucusuydu. O bir başöğretmen, o bir sanat insanı, kültür ve düşünce insanıydı. O, bir Türkçe sevdalısı dil bilimciydi. O, bir tarihçi ve bir kadın hakları savunucusuydu. Kitap yazan bir yazar, dergi çıkaran bir edebiyatçıydı. O, konuşmasıyla milyonları peşinden sürükleyebilen bir hatipti. O, laiklikle dini birbirinden ayırabilen sosyalbilimci, halkbilimci, ekonomide reformist, tarımda yenilikçiydi. O, yönünü çağdaş uygarlığa dönmüş, hurafelerden uzak, aydınlık yarınlara inanan bir Türkiye sevdalısıydı. O, bürün dünyaya haykırırcasına, ‘Ne mutlu Türk’üm!’ diyebilecek cesarette bir Türkiye sevdalısıydı.
Günümüz dünyasında, içinden çıkılamaz sorunlar karşısında Norveçliler diyor ki: ‘When you feel hopeless think like Atatürk!’ yani: ‘Çaresiz kaldığında Atatürk gibi düşün!’ İşte, Atatürk’ü anlamak ve Atatürk Felsefesini Yaşatmak budur: Çaresiz kalındığında Atatürk gibi düşünmektir. Çözüm budur. Yani sorunları akıl, bilim yoluyla çözmektir. Bu yüzden Atatürk bilim, fen demiştir ve Türk gençliğine hedef göstermiştir. İşte bu yüzden dünya liderlerinden Manhatma Gandhi: ‘Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz zannederdim!’ diyor. Fidel Castro hayranlığını: ‘Tanrı’nın Türk Milletine en büyük hediyesi Atatürk’tür!’ sözüyle dile getiriyor. İşte bu yüzden Venezüella Atatürk’ün tarım üretim projesini hayata geçiriyor. Bu nedenle Atatürk’ün hayatını kaybettiği gün bir İtalyan radyosu şöyle diyor: ‘Sezar, İskender, Napolyon ayağa kalkın büyüğünüz geliyor!’ Çin lideri Mao, ‘Ben Çin’in Atatürk’üyüm!’ diyor. Bu nedenledir ki Kurtuluş Savaşında yenilen, Mustafa Kemal’in esiri olan Yunan komutan Trikopis, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet Bayramı’nda, Atina’daki Türk Büyükelçiliği’ne giderek Atatürk’ün resminin önünden geçiyor ve saygı duruşunda bulunuyor. İşte bu nedenledir ki Tahran, ‘Allah bir ülkeye yardım etmek ve onun elinden tutmak isterse, başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.’ diyor.
Dünya bu tespitleri yapıyor. Atatürk’ü böylesine bir dünya lideri yapan felsefede O’nun şu sözünde saklı: ‘Üretmeden tüketen milletler, önce haysiyetlerini, sonra da hürriyetlerini kaybederler!’ Şu da unutulmasın, bütün dünya insanları, Atatürk’ün, ‘Ticarette çok kazanmak değil, doğru ve temiz kazanmak ilkesi geçerlidir!’ ahlaki ilkesini, en çok da bu gün hayata geçirmelidir.
Mehmet Dağıstanlı
Eğitimci- Yazar
Eğitimci Sanatçılar Dernek Başkanı
Commentaires