top of page

Çileli Erzurum

1915 yıllarında yaşanan Türk, Rus ve Ermeni olaylarını anlatan bir şeyler yazmayı bu konuyla ilgili bir şeyler yapmayı ya da daha zoru, olayları bir roman türü ile anlatmayı öteden beri düşünüyordum; ama bu çok zor bir işti. En çok da Yanık Dere benim ilgimi çok çekerdi; çünkü ilkokulda okurken öğretmenlerimiz bizi Yanık Dere ve Aziziye Tabyalarına götürmüştü. Ben Yanık Dere’yi o yıllardan bilirdim. Zaten çocukluğumun geçtiği yerler de Yanık Dere’ye yakındı. Sekiz kitabım yayınlandı; fakat Yanık Dere-Erzurum Belgesel romanım benim için çok daha önemliydi. Bana yeni dünyalar açtı. En azından ben Erzurum’u hiç bilmiyormuşum meğerse, bunu öğrendim! Bu araştırmalar sonucunda şunu anladım ki Erzurum tarihinde yazılacak çok şey var! Bu yüzden Yanık Dere romanımı herkesin özellikle her Erzurumlu’nun okumasını tavsiye ediyorum.

Türk Milleti olarak uzun zamandan beri Amerika, Fransa ve benzer ülkelerin öncülük ettiği asılsız ‘Soykırım’ suçlamalarının muhatabı olduk. Tarihte kurulan Türk Devletlerinden hiçbirisi bugüne kadar ne bir başka milleti, ırkı, dini topluluğu ve ne de bir etnik topluluğu tarihin hiçbir döneminde bir insanlık suçu ile yok edip ortadan kaldırmak istememiştir; aksine aman dileyene yardım elini uzatmıştır. Bugün ortaya çıkan böyle bir konuyu yani Türk-Ermeni sorununu anlatmaya, açıklamaya gerek bile duymadık biz. Atalarımız diğer insanlar gibi meydanlarda savaştı kah yendi kah yenildi; ama hiçbir zaman arkadan vurmadı. Savaşlar yıllar önce yapıldı ve bitti. Bu topraklar asırlardır Türkler’in egemenliğindedir. Ulusumuz, bu toprakları işgal etmek isteyen güçlere karşı da doğal, insani ve haklı savunmasını yapmıştır sadece karşısındaki ordulara karşı. Bu gerçeği bilim adamları yıllardır yazdı, açıkladı ve anlattı. Bilimsel eserler, makaleler, televizyonlardaki tartışmalar bütün dünyanın gözleri önünde yapıldı. Ama bazı Ermeni lobileri bu bilimsel gerçekleri görmemezlikten gelip: ‘Bu topraklar aslında bizimdi, Türkler elimizden aldı, biz de bu yüzden Türkler’i topraklarımızdan uzaklaştırmak istiyoruz!’ deyip, arkalarına da bazı emperyalist güçleri alarak akıl almaz vahşetlere imza attılar. Durum bundan ibarettir. Bu konuda çok geniş, verimli ve bilimsel her türlü açıklamaları yapıldı, bilgiler sunuldu. Ben de yazmış olduğum romanla aynı konun bir başka yönünü ele almak istedim.

Bu bölgenin insanı olarak alev alev içimi yakan, kavuran bir sürü olaylar dizisini ancak Yanık Dere-Erzurum romanını yazmakla bir nebze olsun dindirebildim. Keşke daha fazlasını yapabilsem, daha fazlasını yapabilsek. Kim bilir günün birinde belki de İşgal Günleri bir film olabilir, belki televizyonda dizi olabilir, bir tiyatro eseri, bir opera olabilir, çocuklar için bir çizgi film olabilir belki de. İşgal Günlerini anlatan şiirler yazılabilir, Yanık Dere’nin türküsü yakılır. Milli Mücadele’ye katılan fakat isimleri bilinmeyen kahraman Erzurumlular için öyküler, romanlar, tiyatro oyunları yazılır. 93 Harbini anlatacak henüz bir film, televizyon dizisi bir tiyatro oyunu ortaya koyamadık, inşallah o günleri de anlatacak eserler ortaya çıkar. Esasında biz çileli Erzurum’un daha henüz gözyaşını, ıstırabını, mücadelesini anlatan bir destan yazabilmiş değiliz. Az da olsa Çanakkale Destanı yazıldı, yeni ortaya çıkan Sarıkamış destanlaşmaya başlandı; Erzurum ise destanın yazılmasını bekleyen mahzun ve mazlum şehirlerden biridir. Ben bunların yakın zamanda yapılacağına inanıyorum. Bu topraklarda ozanlara, yazarlara, senaristlere, filmcilere çok iş düşüyor. Çünkü bu topraklarda binlerce yıldır süregelen ve hiç dinmeyen ve gelecekte de dinmeyecek olan bir mücadele var, bir yaşam kavgası var uluslararası. Bu acımasız savaşta milyonlarca insan göz yaşı döktü, göz yaşı döküyor. Dünyayı parsellemeye çalışan güçlerin insanları birbirlerine kırdırma, yok ettirme isteğidir bu! Uluslararası Büyük Güç’lerin hiç dinmeyen ihtiraslarıdır bu!

Ben Yanık Dere romanımda bu ihtirasları, yıkılan kardeşlik-dostluk duygularını, göçleri, sonuçsuz kalan sevdaları dile getirmeye çalıştım. Romanda her bölüm, bazen her sayfa, bazen de her yardımcı konu ayrı bir roman konusu olabilecek durumdadır.

Şu anda üzerinde yaşadığımız bu toprakların dünyanın en önemli bölgesi olduğuna inanıyorum ben. İnanıyorum çünkü Kuzey güçleri güneye inmek istiyor sürekli, Batılı güçler Ortadoğu’yu ele geçirmek istiyor, Doğu insanı da sürekli batıya akın etmek istiyor. Bu serüven, üzerinde yaşadığımız bu kilit coğrafyayı muharebe alanına çeviriyor. İster tarihi ve coğrafi olarak ele alalım, ister iklim ve jeolojik yapı olarak bakalım, isterseniz kıtaları birbirine bağlayan önemli kavşak olarak düşünelim, bana göre, dünyada eşi benzeri olmayan yerlerden biridir bu topraklar. İşte bu yüzdendir ki bu bölgede göz yaşı hiç dinmiyor. Bu düşüncemi Yanık Dere-Erzurum romanımda, roman kurgusu içerisinde anlatmaya çalıştım. Ama ne yazık ki Erzurum’un bu önemini zannediyorum Osmanlı Devleti tam kavrayamamıştı, Türkiye Cumhuriyeti de kavrayamadı. Eğer kavrasalardı Erzurum, değil Türkiye’nin dünyanın önemli kentlerinden biri olurdu. Osmanlı olağanüstü gücünün, maddi yapısının yüzde birini Erzurum’a aktarsaydı; Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri yardım ellerini bu bölgeye uzatsaydı Erzurum, Moskova veya Tahra’nın, Bağdat veya Kahire’nin, Atina veya Roma’nın önünde, bugünkü doğudan batıya göçü tam tersine çevirecek doğunun cazibe kenti olabilirdi; ama olmadı! Erzurum insanı sadece acılarına ağıt yaktı, göz yaşı döktü askere giden çocuğuna, gidip de gelmeyen askerine!

Her şeyden önce I. Dünya Savaşı’nda hemen yanı başımızda yaşanan Sarıkamış yenilgisi Osmanlı Ordusu’nu, Osmanlı Maliyesi’ni perişan ettiği gibi Erzurum’u da perişan etmişti. Ruslar ise bundan güç alarak Erzurum’a doğru ilerledi. İlerlemeyi durdurmak mümkün olamadı. Bu durumda Türk Ordusu Erzincan’a çekilmek zorunda kalmıştı. Sonra vali Tahsin Bey şehri terk etti. Ruslar’ın ilerlemesinden cesaret alan Ermeniler çeteler kurmuş yer yer baskınlar düzenlemeye başlamışlardı. Erzurum’da toplanan 8. Ermeni Kurultayı’nda ise Osmanlı’ya isyan bayrağı açılmıştı. Ermeni çeteleri katliamlarını arttırdığı için ahali daha fazla dayanamamış yavaş yavaş Erzurum’u terk etmek zorunda kalmıştı. Bütün Anadolu’da Ermeni çeteleri baskınlar, katliamlar, isyanlar yaptığı için Talat Paşa, isyanlara sebep olan Ermeni aydınlarını yakalatır, mahkemeye çıkarır. Mahkeme suçlu bulduklarına idam kararı verir. Bu karar Ermeni çetelerini iyice azdırır. Artarak devam eden terörist hareketlere bir çözüm arayan Talat Paşa, İstanbul’da toplantı yapar ve toplantıda tehcir kararı çıkar. Roman diliyle bunlar anlatılırken Erzurum’dan sadece Sivas’a, Adana’ya, Halep’e ve Musul’a yapılan tehciri ele alıp inceledim. Maalesef Ermeniler tehcir sırasında yollarda büyük sıkıntılar çekmiştir ve yüzlerce Ermeni yollarda hayatını kaybetmiştir tıpkı yollarda Erzurumlular’ın hayatlarını kaybettikleri gibi. Bu arada şehir işgal edilmiş, halkın göz yaşları arasında dini törenle devir teslimi yapılmıştır. Şehri işgal eden Ruslar, Ermeniler’le birlikte her türlü teşkilatlarını da kurmuştur. Erzurum’daki ahalinin yoksul, perişan haline Ermeniler’in istememesine rağmen Azerbaycanlı Seyidov yardım getirir. Seyidov’un yardımları, ahaliye destek çıkması göze çok batar ve birçok Erzurumlu’yla birlikte öldürülür. 1917 yılında Rusya’da gerçekleştirilen devrim nedeniyle Ruslar, Erzurum’u Ermeniler’e bırakıp gitmek zorunda kalırlar. Artık Erzurum’da Ermeniler’e karşı koyacak hiçbir güç kalmamıştır.

Ben İlkokulu, Mahallebaşı semtinde, kendine has mimari yapısıyla ünlü ve tarihi eser sınıfına girdiği için koruması gereken; küçük, sevimli, biblo gibi duran ama ne yazık ki yavaş yavaş yıkılmasına göz yumulan, Erzurum’un güzel eserlerinden biri olan Gazi İlk Okulu’nda okudum. Korunması gerekirdi burası ama korunamadı! Bu okuldaki en önemli hatıralarımdan biri: İlk kez Aşık Veysel’i bu okulda gördüm ve dinledim.

Mahallebaşı semti, Erzurum’un, Ermeniler tarafından en çok zulme uğrayan, her tarafı yakılıp-yıkılan semtlerindendir ve romanda da adı geçen mekanlardan biridir. Hemen okulumuzun karşısında da ‘Fransız Hastahanesi’ vardı. Halen daha duruyor: Üç katlı, yıkık, yer yer yanık izleri olan ve sadece duvarları ayakta kalan harabe, taş bir bina. Biraz yukarısında da 93 Harbi yıllarında zulme baş eğmemiş, yiğitçe savaşmış Nene Hatun’umuzun evi var. Biz, çocukluğumuzun geçtiği bu bölgede Rus ve Ermeni mezalimine şahit olmuş insanları, işgalin izlerini taşıyan daha bir çok konak ve binaları görerek büyüdük. Sonra çocukluğumuzun geçtiği bu bölgenin hemen yanı başında yukarıda da değindiğim gibi Yanık Dere dediğimiz bölge vardı. Erzurum’un doğusunda Aziziye Tabyaları’nın batısında, Tabya ile şehir arasında Palandöken dağları’ndan süzülerek akan suyu şehre getiren ince, sıradan bir dereydi burası. İlkokul yıllarında idi, bir gün sevgili öğretmenlerim bizi, önce Aziziye Tabyaları’na götürmüşlerdi. O günler Aziziye Tabyaları bize bir şey ifade etmemişti. Aziziye Tabyası’nın geniş girişinden içeriye başımızı uzattığımızda, kulaklarımıza derinden bir inilti bir uğultu gelirdi. Bize: ‘İşte burada bir akşam Ermeni çeteleri Türkler’in kıyafetlerini giyerek Mehmetçikler uykudayken ani baskınla askerleri şehit ettiler, bu uğultu o askerlerin inlemesidir!’ derlerdi. Gariptir, ben o uğultuyu hep duyardım. Yine bir gün de o bahsettiğim derenin bulunduğu yere götürüp: ”İşte burası Yanık Dere’dir.” dediler. Anlattılar neden Yanık Dere olduğunu; ama biz yine bir şey anlamadık o yıllar. Fakat içimde, hafızamda hep bir yanık dere kalmıştı ne olduğunu tam bilmeden. Sonra nenemin kardeşinin Ermeni askerlerince sandıkta süngülenişi anlatılırdı çocukluğumda. Çocukluğumda o eve her gidişimde o sandığı görürdüm. Ne yazık ki bu sandık da korunamadı diğerleri gibi.

İşte bizim çocukluğumuzda yüreğimiz hep bu bilinmeyen, tarifi o günler yapılamayan acı, hüzün, göz yaşlarıyla dolmuştu. Sonra duyduklarım ve okuduklarım… Bugün hangi Erzurumlu’ya dokunsanız size onlarca işgal günleri veya Yanık Dere anısı anlatır. Ne yazık ki bu anılar kayda geçmemiştir. Yazılmayan binlerce anı hafızalarda kalmıştır. Onlar da günün birinde uçup gidecektir. Bütün bunların yanında yazılıp da okunmayan yüzlerce belge de var. Bu belgelerden birine de Türk Tarih Kurumu kayıtlarında ve Orgeneral Tevfik Sağlam’ın anılarında rastladım. Kaç bin yıl önce yaratılan dünya tarihinde henüz böyle bir elem verici vak’anın yaşanmadığı ve bundan sonra da yaşanamayacağı bir insanlık dramıdır bu hadise. Ne İlk Çağ’da ne Yakın Çağ’da; ne Milattan Önce’de ne de Milattan Sonra’da böyle bir olay yaşanmıştır. Ayrıca bu olay başlı başına bir roman veya bir senaryo konusu olabilecek güçtedir.

Çarlık Rusyası’nın güçlü ordusu Erzurum’a bir günlük mesafede beklemektedir. Pasinler ovasını geçmiş Laleli-Aziziye Tabyaları arasında konuşlanmışlardır. Şehirde ise salgın hastalıklardan binlerce hasta ve yedi cepheden gelen binlerce yaralı aç, sefil, perişan durumdadır. Ahali tifo, tifüs, verem, kolera, lekeli humma, sıtma ve görmeyi zorlaştıran göz çapaklanması gibi bulaşıcı hastalıklarla; bit gibi ürkütücü bir salgınla boğuşmaktadır. Öte tarafta Sarıkamış yenilgisi ve ülkenin dört bir yanında devam eden savaşlardan dolayı yaralılarına bakamayacak kadar çaresizlik içinde olan bir devlet… Var olan birkaç tane hastahanenin karanlık koridorları hasta dolu. Hastahanede yürüyecek yer yok. Tabip yok, hastabakıcı yok, ilaç yok. Şehirde ise 18 bin 80 hasta ve yaralı iyileşmeyi bekliyor. Ordu ise tedbir olarak Erzincan’a çekilmiş. En son Vali Tahsin Bey şehri terk ediyor. Erzurum böyle bir talihsiz, umutları tükenmiş böyle kaderine terk edilmiş durumdadır. Tabip Tevfik Bey, birkaç hekim arkadaşı ve moralleri bozuk şehrin ak sakallarıyla baş başa kalmış kaderlerinin ne olacağını düşünüyorlar. Bu çaresizlik içinde bir karar almak zorundalar. Ocak ayının anlatmaya bile lüzum görmediğim zemheri soğuğunda, bu umutsuzluk içinde alınan karar şudur: ‘18 bin 80 hasta ve yaralı Erzurum’dan Erzincan’a nakledilecektir.’ Şimdi düşünebiliyor musunuz, sırf emperyalist güçler kendilerine yeni enerji bölgeleri, yeni sömürge alanları, ticari pazarlar elde edebilmek için, bu gün de olduğu gibi, önlerindeki her türlü engeli söküp atıyorlar, ülkeleri haritadan siliyorlar ve masum insanlara katliam yapıyorlar. Batının tek bir hesabı vardır! Dün öyle idi bugün de aynıdır: Batıya göre her şey kendi insanlarının mutluluğu içindir. İlke budur. Kendi insanlarının mutluluğu için diğer halklar yok edilebilir. Bana göre batının Demokrasi, İnsan Hakları anlayışları bundan ibarettir. Anadolu’nun bu masum insanları, zulme kafa tutan direnişçileri ise batının bu akıl almaz dümenler çevirdiği, fırıldakların döndüğü, kulislerin, lobilerin faaliyet gösterdiği bu topraklarda Batı’nın bu amansız isteklerine boyun eğmemek için ölümüne mücadele ediyorlar. Halk direnince tarihin en acımasız muharebelerinden biri yapılıyor ve bu yüzden Anadolu’nun o masum insanları birbirlerine kırdırılıyor! Yüz binlerce insanın hastalanmasının ve yaralanmasının nedeni işte bu emperyalist güçlerin bu akıl almaz istekleridir. 18 bin 80 hastanın 190 km’ lik yolu yürümesinin, yollarda can vermesinin nedeni işte bu isteklerdir.

Bu hasta ve yaralının büyük bir bölümü yaya nakledilecektir. Acil durumda olanlar ise, zaten bu hasta ve yaralının büyük bir bölümü acil hastadır, at arabaları, kağnı, at, eşek sırtında 190 km’lik yolu karda kışta yürümeye çalışacaktır.

Değerli okurlar, Dünya kurulalı beri böylesine bir insan nakli, böylesine bir göç dünyanın hangi bölgesinde, hangi zamanında yaşanmıştır? Ancak sağlam, güçlü orduların aşabileceği bu yolu hasta ve yaralılar nasıl aşmıştır? Bu bir insanlık suçu değil midir? Bunun hesabını kim verecektir? Bugüne kadar böyle bir zulüm yaşamış mıdır insanoğlu? Manzara korkunçtur, manzara elem vericidir, utanç vericidir!

Bu, 18 bin 80 hasta ve yaralı ocak ayının soğuk bir gününde Erzurum’dan yola çıktığında, kafilenin bir ucu Erzurum’da bir ucu da Ilıca’yı geçmiş Aşkale’ye varmış olacaktı belki de. Tabip Tevfik Bey, birkaç tabip, birkaç hastabakıcı ve Erzurum ileri gelenleri kafilenin karşılaşabileceği açlık, ilaçsızlık, kurt, çakal, eşkıya, donma gibi çok önemli tehlikelere karşı hiçbir koruma önlemi almaksızın yolcu ediyorlar göz yaşları içerisinde, çaresizlik içerisinde.

Ne yazık ki tarih, bu hasta ve yaralılardan 6 bin kişinin yollarda son nefeslerini verdiğini yazdı. Ama hiçbir dünya insanı bilmedi bu vatan evlatlarının evine, yurduna, çoluğuna-çocuğuna hasret gittiğini. Geriye kalan 12 bin hasta ve yaralıdan yine 6 bini de Erzincan’a vardıklarında artık ayakta duracacak mecalleri kalmamıştı. Vücutlarındaki salgın hastalığın tehlikesinden en yakınları tarafından bile yanlarına yaklaştırılmamıştır. Onlar da sevdiklerine son bir kez dokunamadan kara toprağın bağrına girmiştir yine dünyanın haberi olmadan. Rus ve Ermeni zulmünden kaçan son 6 bin hasta ve yaralıdan bir kısmı ise yersiz yurtsuzluktan sefalet hayatı yaşadı, bir kısmı salgın hastalıktan ve açlıktan can verdi, geriye kalanların bir kısmı Erzincan dışına çıktı bir kısmı da Erzincan’da yaşamaya çalıştı. Bu insanların akibetlerinin ne olduğunu bilmiyoruz. Bugüne kadar da araştıran olmamıştır. İşin en acı tarafı ise bölgede yaşayan köylülerin, karlar eridikten sonra üç yüz kilometrelik alana yayılan bölgede milyonlarca kemik bulmalarıydı. Yapılan soruşturmada kemiklerin göç sırasında yollarda ölen hasta ve yaralılara ait oldukları anlaşılmıştı. O kış çevredeki hiçbir yırtıcı hayvan aç kalmamıştı. Bol bol insan etinden ziyafet çekmişlerdi kendilerine!

Erzurum’da acılar dinmek bilmiyordu. Ruslar’ın işgalinden hemen sonra Kale’de on bir Erzurumlu idam edildi milletin gözleri önünde. Gürcükapısı’nda Genceli Seyidov ve Belediye Başkanını katledildi! Ezirmikliler’in Konağı’na doldurulan masum insanlar yakıldı! Erzurum evlerine, ahırlara doldurulan insanlar acımasızca süngülendi!

Gözyaşlarım beni tekrar Yanık Dere’ye götürdü. Daha doğrusu Yanık Dere olmadan önceki dereye. Ermeni askerlerin türlü bahanelerle şehirden topladıkları Erzurumlular’ı bu dereye götürüp kurşunladıklarını, kimilerini sırt sırta bağlayıp kurşunla ya da süngüyle öldürdüklerini, bununla da yetinmeyip üzerlerine gaz dökerek yaktıklarını, dereden günlerce su yerine kanın aktığını konuyu ve çevreyi tanıyanlardan bilmeyen yoktur. Ama bizler önemini kavrayıp dünyaya duyuramadık. Yanık Dere, Erzurum için çok önemli bir yermiş meğerse. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra bizler uyanmaya, araştırmaya başladık. Bunu çok geç anladık; ama iş işten geçti artık; çünkü bu anlattıklarımdan da elde kalan bir tane dahi belge yok. Ölenlerin isimlerini yazmışız ama başta Yanık Dere olmak üzere konaklardan, evlerden, camilerden, dükkanlardan, ahırlardan bir tanesi dahi bu güne kalmamıştır. Hepsi yıkılmış yerlerine sözüm ona yeni ve modern binalar dikilmiştir. Bugün çocuklarımıza ve ilgilenen yabancılara göstereceğimiz bir tane dahi kalıntı yoktur.

Şurası çok iyi bilinmelidir ki binlerce yıldır tarihe tanıklık etmiş Erzurum gibi her köşesi tarih kokan mekanlar, ve bu mekanlarda yaşanmış olaylar görsel tekniklerle mutlaka insanlara sunulmalıdır. Bu mekanlar aslında şehirlerin hafızalarıdır. Erzurum’da medeniyetler kurmuş olan Huriler’e, Urartular’a, Asurlar’a, Bizans’a ait elde kalan veya onları simgeleyen heykeller, hem tarihi hem de ticari anlamda Erzurum’a turizm acısında bir nebze olsun soluk aldıracağından, Milli Park olarak düşünülmesi gereken Erzurum Kale’sinde ve çevresinde sergilenmeli ve nihayet 1914-1918 işgal yıllarının acı hatıraları, heykellerle yine Erzurum Kalesi’nde canlandırma yapılmalı, rölyef ve tablolarla tarihi sahneler anlatılmalı, şehirde bağımsızlık mücadelesini vermiş milli kahramanların heykelleri yapılarak gelecek nesillere sergilenmelidir. Erzurum’un en önemli tarihi mekanlarından biri olan Yanık Dere ve Yanık Dere’de meydana gelen olay mutlaka, yine yaptırılacak birebir heykellerle aynı mekanda tüm dünya insanlarına ibretle sergilenmelidir. Erzurum’un bazı sokakları İşgal Günlerinde çok önem kazanmıştır. Bu sokaklarda, uygun olan duvarlara, sokakta geçen olaylar duvarlara yaptırılacak rölyef tablolarla ve verilecek tarihi bilgilerle hem yerli ziyaretçilere hem de yabancı ziyaretçilere olaylar anlatılmalıdır. İşgal Günlerinde milli mücadeleye katılmış atalarımızın kaldıkları evler, konaklar, toplantı yaptıkları sığınaklar halen ayakta duruyorsa duvarlarına asılacak plaketlerle o evde yaşadıkları belirtilmelidir. Avrupa’nın her şehrinde benzer örnekleri görmek mümkündür.

İster ilköğretim olsun ister üniversite eğitimi olsun çocuklara ve öğrencilere ve hatta sivil halka tarih mutlaka hatırlatılmalıdır, öğretilmelidir. Tarihin sayfaları yok edildiğinde millet hafızasının da yok edileceği hepimizin malumudur. Erzurum’a ilk kez ayak basan birisi Erzurum’un tarihi dokusunu görebilmeli, tarihi havasını içine çekebilmelidir. Bu konuklar Erzurum’u gezdikçe şehrin meydanlarına konulacak olan 93 Harbi ve Milli Mücadelenin İşgal Günleri’ni anlatan heykelleri, Nene Hatun, Kara Fatma, Deli Gülizar ve diğer kadın kahramanların heykellerini, Erzurum’un simgesi olan Dadaş ve Cirit Oyunu heykellerini, Davul ve Zurnayı anlatan heykel kompozisyonlarını görerek şehrin önemini daha yakından kavrayacaklardır.

Istıraplarla geçen İşgal Günleri Erzurum’un ve Erzurumlu’nun çok şeyini alıp götürmüştür. Erzurumlu’nun deyimiyle: ‘muhannete muhtaç etmiştir’. Ahali yersiz yurtsuz kalmıştır. Kalacak, başını sokacak yeri dahi kalmamıştır. Savaş öncesi esnaf 33 kalem iş yaparken yoksulluk içine düşmüştür. Nalbantından Kılıç yapanına, İpekçisinden Göncülüğe kadar Erzurumlu ahaliyi zengin eden, sanatkarlığını dünyaya duyuran iş kolları birer birer yok olmuştur. Üstelik bu iş kolları Ermeni esnafla yan yana yapılıyordu.

Yanık Dere Romanı bu ıstırapları da dile getirmektedir.

Yaptığım araştırmada o günlerin Türk-Ermeni kaynaşmasını anlatan ilginç bir belgeye daha ulaştım. Bu belgeyi bugün Türk-Ermeni dostluğunu bozmaya çalışan Ermeni lobilerine ithaf ediyorum:

Boğaziçi Üniversitesi’nden Rober Koptaş isimli bir bilim adamı, New York’ta beşincisi yapılan Ermeni-Türk Araştırmaları Çalıştayı’ nda (WATS) bir sunumu yapıyor. Bizler de bu sunum sayesinde haberdar oluyoruz bu belgeden Vahan Pastırmacıyan’ın varlığından.

Karekin Pastırmacıyan, Erzurum mebusu olan bir Ermeni vatandaşımızdır. Yazdığı anılarında Vahan adlı biraderinden söz ediyor. Rober Koptaş, Vahan Pastırmacıyan’ın, Sami Önal tarafından yayına hazırlanan ve Remzi Kitabevi’nce 2005′te basılan Tuğgeneral Ziya Yergök’ün anılarında rastlamış önce. Ardından, Hratch Tarbassian imzasıyla, 1975′te ABD’de yayımlanan “Erzurum” kitabında, iki kardeşi birlikte gösteren aile fotoğrafına ulaşmış:

Bu fotoğrafta, Osmanlı üniformasıyla görülen Vahan Pastırmacıyan, Sarıkamış’ta Ruslara karşı, o zaman binbaşı olan Yergök’ün komutasındaki 83′üncü Alay’da savaşmıştır.

“Sarıkamış’tan Esarete” adlı kitabından Yergök şöyle anlatıyor: “Alay’ın atılgan, değerli subaylarından birisi de Meşrutiyet döneminde İstanbul Harbiyesi’ni bitiren Erzurumlu Asteğmen Pastırmacıyan Vahan idi. Bu subay Erzurum-Köprüköy muharebesinde bacağından yaralanmıştı.”

Malumunuz Vahan Pastırmacıyan’ın kardeşi Karekin Pastırmacıyan ise Erzurum’da çetelerle birlikte Türkler’i öldürmekten zevk alan biridir.

bottom of page