I. Dünya Savaşının en acı yenilgisini ne yazık ki Osmanlı Devleti yaşadı; çünkü savaş sonunda devlet emperyalist güçler tarafından darmadağın edilmiş, parçalanmış, kendi aralarında bölüştürülmüştü. Devleti ayakta tutan en önemli unsur olan ordu ve maliye ise tamamen yok edilmiş; Osmanlı tarihten silinmişti. Bu ağır yenilgiyi Türkler bu gün dahi yaşıyor.
Çarlık Rusyasının Osmanlı topraklarına göz dikmesi, büyük ve güçlü ordusuyla Balkanlardan ve Kafkasya’dan yürüyüp Anadolu’yu işgal etmek istemesi, milyonlarca masum insanın ölümüne neden olmuştu. Aynı coğrafyanın insanı, dünya tarihinde eşi benzeri olmayan sefaleti yaşamış; açlıklar, hastalıklar, yoksulluklarla boğuşmuş ama yine de vatan topraklarını düşmanlarına teslim etmemişti.
Balkanlarda göçe zorlanan 600 bin sivil Türkün yollarda katledilmesini bütün dünya bilmektedir. Göz göre göre hastalıklardan, açlıktan, Rum, Ermeni ve Bulgar çetelerinin saldırılarına maruz kalmaktan tamamı yok edilmişti. Batıda Balkan Türklerinin kaderi ne ise Azerbaycan’daki Türklerin kaderi de aynıydı: Türkleri yavaş yavaş vatan topraklarından atmak. Bu yüzden 1815 yılında Avrupa devletleri, Osmanlı’yı çağırmadıkları toplantıda, Türkleri Avrupa’dan çıkarma kararı alıyor ve 1912 Balkan Harbi ile bunu gerçekleştiriyorlar. Meşhur Sevr ile de Türkler Anadolu’dan atılacaktı. Ne güzel senaryo değil mi? Türkler, Atatürk önderliğinde milli direnç gösteriyor ve bu oyunu bozuyor.
Ya Kafkaslar?.. Ya Azerbaycan?..
Türk yurdu Bakü’nün kaderi 1847 yılında ilk petrol kuyusunun açılmasıyla büyük bir önem kazandı. 20. yüzyılda Çarlık Rusyasının çok önemli endüstri merkezlerinden biriydi. Bu yüzdendir ki Bakü, Bolşevik devriminin önemli merkezlerinden biri oldu. İşte bu güne kadar süren Türk-Rus-Ermeni çatışmalarının kaynağında Bakü’nün bu stratejik yapısının yattığını herkes biliyor. Rus desteğini alan Ermeni- Taşnak çeteleri, binlerce Türkün ölümüne sebep oluyor. Bölgeyi ve bölge insanını çok iyi bilen Osmanlı Devleti'nin Harbiye Nazırı Enver Paşa aslında, Kafkaslar ve Orta Asya’da yaşayan Türk boylarıyla ilişkilerini geliştirmek istemesi, bölgedeki petrolün ve Anadolu’yu uzak doğuya bağlayan ticaret yollarında pay sahibi olmayı düşünmesi onu, Kafkas Türk Ordusu’nu kurmaya itmişti. Ancak siyasi nedenlerden dolayı kurulacak ordunun adı Kafkas İslam Ordusu oldu.
Kafkas İslam Ordusu Kafkasları, Azerbaycan’ı bağımsızlığına kavuşturacak tek güçtü. Bu bilinçle Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşa’yı[1]
[1] Foto-1:Nuri Paşa
Kafkas İslam Orduları Kom. Nuri Paşa… Nuri Paşa ordusuyla….
Fahri Ferik rütbesiyle Şubat 1918’te Haydarpaşa’dan Musul’a gitmek üzere uğurlar. Musul’dan sonra 25 Mayıs 1918'de Gence’ye gelen Nuri Paşa, karargâhını bu şehirde kurar. Bin kişilik gönüllü Azerbaycan Türklerinin katılımıyla asker sayısı 12 bin kişiye ulaşır. Çeşitli sıkıntılara rağmen askerler sabır, sebat, cesaret göstererek Göyçay, Salyan, Ağsu ve Kürdemir'i Rus birlikleri ve Ermeni çetelerinden temizler. Ordu, 15 Eylül 1918'de de Bakü'ye girer.[1]
[1] Foto-2:Bakü’ye giriş
1130 şehit verilmiştir ama Bakü’de, Taşnak çetelerinin sivil halka yaptığı zulüm sona ermiştir. Azerbaycan Türkleri için bu gün bayramdır artık. O gün bu gün ne Nuri Paşa ve askerlerinin fedakarlığı unutulmuştur ne de Ermeni Taşnaklarının soykırıma varan yaptıkları katliamlar… Her ne sebeple olursa olsun Azerbaycan’a giden bir insan, ülkenin hemen her yerinde ve özellikle Bakü, Şeki, Şamahı, Göyçay, Kürdemir, Neftçala ve Quba'da hem şehitliklerle hem de toplu mezarlarla karşılaşıyor.
Şehitlikler, Şehitler için yapılmış anıt mezarlar, Kafkas Türklerinin onur abideleri olurken; toplu mezarlar da insanlık aleminin en yüz kızartıcı belgeleri, en iğrenç utanç vesikaları olmuştur.
Nuri Paşa ve silah arkadaşlarının romanlara, filmlere konu olan bu destansı hikayesini Anadolu Türkleri de unutmamıştır. Her ne kadar toplum tarafından iyi bilinmese de her sene Türkiye’den kalkıp Azerbaycan’a giden, orada Bakü’nün kurtuluş törenlerine katılan memleket sevdalıları da bulunmaktadır. Türkiye-Azerbaycan Kültür ve Yardımlaşma Derneği[1] bunlardan sadece biridir desek yanlış olmaz.
Üyesi olduğumuz derneğin bu buluşmayı bir gelenek haline getirmesi şanstır aslında iki devlet için. İlk yıllar katılım daha az iken gittikçe artan bir kalabalığa ulaşılıyor. Bu aynı zamanda Azerbaycan’a sevginin, hasretin bir ifadesi olsa gerek. Nuri Paşa ve ordusunun güzergahında Gence, Göyçay, Salyan, Ağsu, Kürdemir ve nihayetinde Bakü var. İSTAD yani Türkiye Azerbaycan Derneğinin, 9 Eylül- 15 Eylül 2017 tarihleri arasında tertiplemiş olduğu Azerbaycan gezisinin güzergahı da aynıydı. O kahraman askerlerin binlerce kilometre yaparak gittikleri yolları bizim bugün yaşamamız elbette mümkün değildi ancak ayak bastıkları şehirleri, ele geçirdikleri kaleleri, şehirlere girdikleri kapıları tek tek bizlerin de yaşaması geziye farklı bir hava katmıştı. Geziye farkındalık katan da bu özellikti. Kelimenin tam anlamıyla muhteşem geçen gezide tarih, milli heyecan, Türk Birliğine duyulan özlem, şehitlikler, sanat, zengin mutfak örnekleri doya doya yaşanmış; her gönülde aynı ideal alevlenmişti. Azerbaycan’ı Türk Birliğinin merkezi yapan da bu yanan alevdi.
Gence’de başlayan Bakü’de biten dolu dolu geçen bir haftalık tarihi bir gezi…
Nüfusu 10 milyon olan Azerbaycan’ın ikinci büyük şehri Gence’nin büyüleyici bir yapısı var.[2]
Her şeyden önce tarihi çok eski bir Türk diyarı. Geniş ve her biri tarihi eser niteliğinde konakların sıralandığı caddelerde yürürken her tarafta arı-duru Türkçe ile karşılaşıyoruz. Burası tanıdık bir şehir. Anadolu’daki herhangi bir yer… Ama burası yüzyıllar öncesinden sahip olduğu konaklarını, binalarını aynı şekilde muhafaza ediyor mimarisiyle, rengiyle, tuğlasıyla… Cevadhan Türbesi, Şah Abbas Camii, Çökek Hamam, Belediye Binası ve daha çok İtalyan mimarisinin yer yer görüldüğü ve henüz inşa halinde olan opera binası şehrin simgeleri sayılabilir. Aliyev Meydanı ise Avrupa’nın ünlü şehirlerini aratmayacak güzellikte ve zarafette bir meydan. Tarihe mal olmuş ünlü şairleri, düşünürleri, yol göstericileri, sanatçıları Gence hiç unutmamış. Adları meydanlara, caddelere verilmiş; heykelleri ve büstleri mühür gibi şehrin her tarafına yerleştirilmiş. Günümüz modern mimarisinin yanında karakteristik milli mimarisinin bir arada kullanılışı gözü yormuyor. Mimaride kullanılan kırmızı tuğla ve krem renkli ‘akyal’ denilen duvar taşı tamamen Azerbaycan’a özgü. Gerçi biz aynı taşı Urfa’da, Gaziantep’te ve birçok şehrimizde görüyoruz ama Azerbaycan günümüzde de kullanmaya devam ediyor. Gence, 12. Yüzyılda yaşamış, Wiliam Sheakspare'e ilham kaynağı olmuş ve doğduğu şehri hiç terk etmemiş ünlü Azerbaycan şairi, Leyla ile Mecnun’un yazarı Nizami Gencevi’nin şehri… [1]
Nizami Gencevi her yerde…
Bu yüzden Gence’ye ‘Leyla ile Mecnun’un şehri’ diyebiliriz. Ve biz bu caddelerde, meydanlarda gezerken, kahvehanelerinde otururken her yanımızda şair Nizami’yi görür gibi oluyoruz. Bu çok ilginçti. Şehri gezdiğinizde, şehrin ruhuna gizlenmiş olan ünlü yazarlarla, şairlerle, bestekârlarla beraber olduğunuzu hissediyorsunuz. Gencevi Nizami, ilginç bir ayrıntı olarak şehrin her köşesinde yaşıyor. Onun ruhu şehrin tümüne hakim durumda. Bazı kaynaklarda "Fars" şairi olarak tanıtılıyor; oysa İlyas Yusif oğlu Nizami Gencevi, kendi eserlerinde defalarca "Türk" olduğunu belirtiyor. Memleketi Gence`ye sevdalı bir şair. Onun anıt mezarını ziyaret etmeden gidilemez. Adına, ününe layık güzellikte yapılmış kabrine gittiğimizde büyük alimin mezarına çiçekler bıraktık. Duamızı okuduk. Tazimle eğildik. Ona saygımız sonsuzdu. Ziyaretimiz sırasında onun matematik, astronomi, astroloji ve felsefe gibi bilimleri içine alan engin bilgisinden biz de nasibimize düşeni almayı ihmal etmiyoruz. Hele onun şu sade, basit gibi görünen, sosyal içerikli ve dünya durdukça tüm insanlara haykırdığı dizeleri bizi bir kez daha kendine hayran bıraktı:
‘Kötülük yapmaktan uzak ol, uzak
Pisliğin bedeli pislik olacak.’
Bu coğrafyanın tüm topraklarında sanki planlanmış bir acı yaşatılmış insanlara. Uğrayacağımız her yerde bu acıların anma törenleri yapılıyor. Kelbecer’de şehit edilenler için törene katılıyoruz. [1]
Şehitler için Kelbecer’de tören
[1] Foto-6:Kelbecer
Tören öncesi Kelbecer Valisi Sayın Aqil Memmedov tarafından sıcak bir karşılanma yaşadık ve makamında günün önemi ile ilgili yararlı bir konuşmaya katıldık. Salonda şehit yakınları ve akrabaları, öğrenciler ve çok sayıda vatandaş yerlerini almıştı. Ellerimizde Türk ve Azerbaycan bayraklarıyla kalabalık bir gurup olarak salona girince, salonu inleten bir alkış koptu. Bu an unutulmazdı. Sılada olan iki dostun kucaklaşmasıydı o an. Elimizdeki Türk bayraklarını öğrencilere dağıttık. İnsan gözyaşına hakim olamıyordu. Salonda acı hem sözle hem sazla dile getirildi. Yüreğimiz buruktu ama kardeşlerimizle kucaklaştığımız için mutluyduk.
Geçmişinde çok yıkıcı, şehri yerle bir edici depremlerin izlerini her sokağında, her meydanında rastladığımız Gence’de, kulaklarımıza hiç de yabancı olmayan bir ezgi geliyor:
‘Genceden gelirem yüküm hurmadır
Gencenin yolları burma burmadır
Gencede bir gözel var teli turnadır
Güneşe sen çıkma men çıkım deyir…’ dörtlüğünü duyuyoruz. Aynı meydana heykeli konulan dörtlüğün sahibi Aşıq Şəmşir, Anadolu’nun Yunus Emre’si veya Aşık Veysel’i neyse o da öyle… Bu ezgiyi duyduktan sonra soluğu ‘Aşık Şemşir Medeniyet Ocağı İçtimai Birliği’nin kapısında alıyoruz. Birlik başkan yardımcısı Hebib Misirov’un verdiği bilgilerden, Şemşir Dede’nin ne kadar ünlü ne kadar sevilen bir halk adamı olduğunu anlıyoruz.
Günün gecesinde ise Azerbaycan Türk kültürünün bir başka yönü yaşandı: Türk-Azerbaycan Dostluğu onuruna verilen yemekli müzik ziyafeti… Yemekte ATXƏM- Azerbaycan ve Türk Dilli Halkaların Emekdaşlığı Başkanı İlham İsmailov, ‘Birlik Dergisi’ Genel Yayın Yönetmeni Ilgar Ilkin, Aşıq Şemşir Medeniyet Ocağı Başkanı Ganber Gurbanov, Başkan Yardımcısı Həbib Misirov ile birlikteydik. Gece samimi, canlı ve Kafkas Türk yemeklerinin enfes tadıyla masal havasında geçti. Kafkas yaylalarının kır çiçeklerinin kokusunun alındığı etlerle yapılmış yemelerin her türlüsü, Lüle Kebabı, kestaneli ve erikli et yemeği, safranlı pilav; içeceklerden ev yapımı şerbetler ve özellikle armut suyu Azerbaycan’nın yemek kültürünü dünya listesinde birinci sıraya taşıması hiç de yanlış değil. Bu tatların yanında, icra edilen Azerbaycan Türk musikisine doyduk desem yalan olur. Gırtlak ve ses yapısı insanın yüreğine işliyor. Sanatçıları dinlerken hem hüzünleniyorsunuz hem de duyduğunuz sesle coşuyorsunuz. Nesimi Divanını ezbere bilenler geldi meclisimize. Yanık, içli sesleriyle bize ezgilendirilmiş gazel ve kasidelerinden seçmeler okudular. Gök kubbede kalan hoş bir sedadan sadece iki deyiş paylaşmak isterim:
‘Pehlevan oldur ki cehdle hırs-ı nefs katl ide
Hem erenler meclisinde anlara eyvallah var’
…………………………
‘Kamer devrinde ey fitne sen oldun hublara hatem
Senün halün hayalinden cihan pür-şûr u gavgadur’
Ertesi günün programı daha farklıydı.
Anlamı, ‘Oğuzların toprağı’ olan ‘Tovuz’ şehri görülmesi gereken çok önemli bir yer. Bugün hüznün, acının yaşandığı Tovuz’dayız; çünkü savaş görmüş, en çok şehit vermiş, yoksul kalmış, Ermenistan sınırında her an taciz ateşleri yaşamış bir şehir. Milletvekili Ganire Paşayeve’nin İçişleri Bakanlığından aldığı özel izinle Ermenistan sınırındaki Tovuz şehrine ve Tovuza bağlı cephe hattındaki Akdam köyüne uğradık. Uçsuz bucaksız dağ silsilelerinin tam ortasında, gelişmesi geç kalmış, tam bir bozkır şehri. Hemen önümüzdeki tepelerin arkasında görüne dağlar, aslında Azerbaycan toprakları olmasına rağmen, dünyanın gözleri önünde, kanunsuzca Ermenistan tarafından işgal edilmiş topraklardır. [1]
[1] Foto-7:Akdam
Ermenistan tacizine uğrayan Akdam Şehri…
Ve Akdamlı İbrahim…
Karşımızdaki askeri birlikler görünüyor zaten. Bu sınır şehrinde İbrahim Beyle tanıştık. İbrahim Bey, evi sınıra çok yakın inatçı bir Türk. Neden inatçı onu da söyleyeyim. Evi adeta Ermenistan’la karşı karşıya. İnsanlık ilişkilerini, komşuluk alışverişini bir tarafa bırakın, bu inatçı Türkün evi sürekli ateş altında. Hiçbir neden yokken ev bombalanıyor, yıkılıyor. Sadece ev değil… Çok ilginçtir, evin bulunduğu tepeler Ermeni çeteler tarafından uzun menzilli lav silahlarıyla ateş altına alınıyor, yakılıyor. Yakılan yerleri gördük. Ağaç, çalı-çırpı, ot, bölgede yaşayan her türlü hayvan: sürüngen, kuş, yabani hayvan, fare, solucan… Her şey yakılmış. İbrahim Bey inat etmiş: O, ne bu ateşe aldırıyor ne de yıkılan evine... Sürekli bombalanan, yıkılan evini asla terk etmiyor; inatla, devletin de desteğiyle evini yeniliyor. Fotoğraflarını çektiğimiz ev yenilenmiş haliydi. Peki bu İbrahim Bey’den dünyanın haberi var mı? Yok… Öyleyse hani nerede bu barış nutukları, kardeşlik söylemleri?.. Nerede UNESCO, Barış dernekleri, barış gönüllüleri? Bu topraklardan bu kuruluşların hiç haberi yok. İbrahim Bey sesini duyuramıyor çünkü… Bu cesur yüreğin bir şansı var: O da donanımlı yapısı, bilgisi, kültürü, dünya görüşü ve halkı ile iç içe- omuz omuza oluşu, ayrıca Türk Dünyası için çarpan kalbi ile milletvekili Ganire Paşayev Hanım… Bu özel insan, İbrahim Beyin en kötü gününde bile yanından ayrılmıyor.
Hüzünle Akdam’ı, İbrahim Bey ve ailesini arkada bırakıp, bizim için sürpriz olan bir ziyarete gidiyoruz: Tovuz reyonu Turan futbol takımını, stada gelen okulları, öğrencileri, öğretmenleri göreceğiz… [1]
Tovuz şehri Turan futbol takımı…
Futbol maçlarının yapıldığı sahayı gittik. Ellerimizde Türk ve Azerbaycan bayrakları… Öğrencilerin gözlerindeki samimiyeti, tanışma şevkini, yüreklerindeki sevgiyi anlatmamız mümkün değil. Türk bayraklarının hepsini öğrencilere dağıttık. Türkiye’yi Türkiye dışında böylesine seven bir başka toplum olamaz. Evet, gerçekten biz iki devlet bir milletiz. Bu unutulmaz duyguyu bu çocukların gözlerinde yaşıyoruz. Yıllarca birbirinden zorla ayrı tutulmuş iki kardeşin buluşmasıydı bizimki… Öğrencilerle bol bol konuştuk, bayraklarımızı verdik; aslında ayrılmak istemiyorduk ancak ders zili çoktan çalmıştı… Ziyaret sanki en kısa zamanda tekrar gelmenin, bu çocuklarla doyasıya konuşmanın heyecanın da işaretini vermişti. Hem şendik, hem hüzünlüydük hem birbirimize hasrettik... Yüreğimizi Akdam’da bırakıp öğretmen ve öğrencilerden ayrıldık.
Artık her köy, her kasaba Anadolu’dan bir yerdi. Türk illerinin bir başka havası vardı. Biz bir millet iki devlet anlayışını unutmuştuk; çünkü bu topraklar, bir millet yedi devlet gerçeğini her tarafta belli ediyordu. Dil, tarih, edebiyat, gelenek ve görenekler bu büyük milletin temelleriydi. Biz de bu temelleri Azerbaycan Türkleri arasında bir kez daha yaşadık.
Şu anda biz Toroslar’da değildik, Bolu dağında, Karadeniz’in yemyeşil ormanları arasında değildik… Biz Azerbaycan’da her tarafı dağ ve ormanların kapladığı Gence yakınlarındayız. Otobüsümüz sürekli amansız kıvrımların yer aldığı, 2890 metre yüksekliği olan Kepez dağında yol alıyor. Yokuşlar dik ve keskin. Köyler arasından geçiyoruz ve köylülerle sohbet ediyoruz. Taze, tertemiz, mis gibi kokan meyvelerden herkes bir miktar alıyor ve birbirine ikram ediyor. Ağızlarda müthiş bir tat kalıyor. Zirve diyebileceğimiz bir noktaya gelmiştik. Uzun ve yorucu bir yürüyüşten sonra dünyada ikincisi pek nadir görülebilecek bir göl ile karşılaştık. Burası Göygöl… [1]
Dünyanın en güzel gölü Göygöl…
Belki de Dünyanın sekizinci harikası burası olmalıydı. Göygöl sessizliğin, huzurun, barışın, güzelliğin, dünyanın yeniden keşfedilişinin bir başka adıydı. Herkeste bir şaşkınlık vardı. Evet, çok övülen bir yerdi; çok anlatılan bir yerdi. Ancak Göygöl’ü görünce anlatılanların, övgülerin ne kadar zayıf kaldığı anlaşıldı. Manzara yorgunluğu yok etmişti. Bu göl herhangi bir göl değildi. Oluşumu, coğrafi yapısı, bozulmamış yapısı, doğal hali, sessizliği ve insana huzur veren görüntüsü ne Avrupa örneklerinde var ne de bir başka yerde… Dünya turizminin gözbebeği olan, milyonlarca gezgini kendine çeken İtaya’daki Como gölü acaba Göygöl’den daha mı fevkaladeydi? Hayır… Göygöl eşsizdi; fakat ne yazık ki Göygöl’ün tanıtımı yapılmamıştı. Ona sadece bir göl olarak bakılıyordu. Halkın sahipsizliği tabiata da yansımıştı. Bir çay molasından sonra Göygöl’ü hayal defterimize nakış nakış işledikten sonra Gence’ye doğru yola çıkıyoruz.
Nuri Paşa komutasında 99 yıl önce, Bakü’nün Rus işgalinden kurtarılması için yola çıkan Kafkas İslam Ordusu Gence’ye nasıl ve ne şartlarda girdi bilmiyoruz ama Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham ALİYEV tarafından bize tahsis edilen son model otobüsle güneşin Gence’yi terk ettiği bir sırada şehre girdik. Şehrin artık her köşesi bizim için yıllardan beri kaldığımız, çeşmelerinden kana kana sularını içtiğimiz, demli semaver çaylarını yudumladığımız kendi yurdumuz olmuştu. Gökyüzü karanlık, şehir ışıl ışıldı. Tarih kokan, sakin, huzur dolu sokaklardan geçerken, gecenin sürprizini gelen telefonla öğrendik. Türkiye-Azerbaycan Derneğinin Gence temsilcisi Ceyhun Sultan beyin yeğeninin toyuna katılacaktık. Azerbaycan’da toy yani düğündeyiz.
Öncelikle kılığın kıyafetin zarafetin, sadeliğin olduğu bir misafir topluluğu arasındayız. Kafkas-Azerbaycan-Türk musikisi ve Kafkas oyunları ile gece bizlere masal alemi yaşattı. Bütün misafirler Kafkas danslarının kimi hareketli ritimlerine kimi tüy üstünde hareket eder gibi zarif, ince hareketlerine kapılıp gecenin sonuna kadar eğlendi. Gecenin sonunda ne danslara doyduk ne musikiye… Toy sabaha kadar sürse musiki dinlenebilirdi. Düğünde ikram edilen her tabak ailenin itibarının bir simgesi olduğu için son derece özel hassasiyet gösterilmiş. Her biri dünya listesine girebilecek lezzette. Lezzette sınırın olmadığını anlıyoruz. Et, sebze, pilav ve envayi çeşit otlar eşsiz lezzet adıyla birleştirilmiş.
Biz yeni çiftlere sadece mutluluk diyoruz ve ayrılıyoruz.
Gence yorgunluğu henüz geçmeden, Azerbaycan'ın kuzeyinde Büyük Kafkas Sıradağlarına doğru yol almıştık. Çevremizdeki dağlar, taşlar, ağaçlar, ekilip biçilen her yer, ‘Evet buradan Yüz yıl önce Nuri Paşa askerleriyle geçti!’ duygusunu hatırlatıyordu. Buralar Rus istilasından kurtarılmak için önemli mücadelenin verildiği yerlerdi. Her yanı ormanlarla kaplı doğanın ortasında, köylülerle her konuştuğumuzda, hep o yüz yıl önceki cengaverler anlatılıyor. Onurla, gururla, heyecanla anlatılıyor. Şehitlerden yaşlı gözlerle bahsediliyor. Sabahın ilk saatlerinde 2016 yılında Türk Dünyası Kültür Başkenti seçilen 2700 yıllık Şeki’ye adım atıyoruz.[1]
[1] Foto-10:Şeki
[1] Foto-9:Göygöl
Güzel şehir Şeki…
Kuzey Azerbaycan'ın ormanlarla kaplı, yeşilin en canlı renklerinin hakim olduğu cennet diyarındayız. Zirvede birikmiş pusa hayran hayran bakmaktan kendimizi alamıyoruz. Gökyüzü ormanların hemen üzerindeydi. Doyumsuz ve el değmemiş bir güzellik… Doğal güzellikleri seyretmeye doyamazken, sağımızda ve solumuzda Şeki mimarisinin en güzel örneklerinin yer aldığı konaklar, evler, iş yerlerinin arasından, tırmandığımız tepenin sonunda kale içinde, karşımıza Hansaray (Şeki Han) çıkıyor. Hansaray çıkıyor ama saraydan önce dikkatimizi iki anıt ağaç çekiyor: 600 yıllık ‘Han Çınar’ anıt ağaçları… Hepimiz heyecanla dokunuyoruz. İki dev çınar ağacı... Bu yaşlı ama canlı çınarların hemen karşısında ise tamamında hiç çivi ve metal kullanılmamış; yapılışında gözleri kör edecek kadar güzellikte ince işlemeler ve cam vitrayların süslediği Hansaray olanca güzelliği, heybetiyle konukları şaşırtıyor. Muhammet Hüseyin Han yaptırmış. Hüseyin Han, şairleri, filozofları, sanatçıları çağırırmış bu muhteşem konağa. Rehber eşliğinde ve çok dikkatli adımlarla iç mekanı gezmeye başlıyoruz. İnsana ferahlık veren pencerelerdeki vitraylar Venedik’ten getirtilmiş. Gezenleri şaşkına çeviren bir ayrıntıyı öğreniyoruz: Zamanında yerlere serilen halıların motiflerin aynısı, tavanlara özel karışımlı kök boyalarla işlenmiş. Bu olağanüstü bir zevk anlayışı… Çünkü motiflerin her birinin özel ve önemli manaları var. Rehber özellikle bu manalar üzerinde duruyor ve hepsini tek tek anlatıyor. Adeta tavanlarda bir destan resmedilmiş. Rehber tavanlara işlenmiş nardan bahsetti. ‘Nar cennet meyvesidir, başında taç vardır. Tacın çıkıntıları tekse, narın içindeki daneler tektir…’ Bir başka desen kurtla kuzunun yan yana olması… Hemen yanında ağzından gül püskürten ejderha… Daha anlamlı bir desenden bahsetti, bütün ihtişamıyla güzelliğin simgesi tavus kuşu… Ama ayakları kusurlu… Yani, her güzelin bir kusuru olur. Ayakların altında balık var. Balık kaygandır… Yani, insanların hayatı kaygandır. Rehber, bize teker teker anlatıyor; ancak burada hepsini nakletmemiz mümkün değil. Sadece duvar kalınlığının bir metre; tavan ve duvarlardaki ahşap geometrik desenlerde 5524 tahtanın ve pencerelerde 19 bin cam taşın kullanıldığını belirtip sonlandıralım.
Geçmişte görmediğimiz, tanımadığımız zarafet timsali insanların dünyasından ayrılırken iki adım ötede karşımıza Kervansaray çıkıyor. Ticaret yollarının yorgun hanları… Bu handa her şey insan rahatlığı için tertip edilmiş. Günümüz dünyasından bir farkı var ama, o da, kervansaraya gelen yolcuların hayvanları için hazırlanan bölüm. Burada da her birim hayvanların rahat etmesi için düşünülmüş. Her tarafını tek tek geziyoruz.
Şeki, boşuna Türk Dünyası Kültür Başkenti seçilmemiş. Adım atılan her yer tarih, edebiyat, sanat, şiir, musiki örnekleriyle dolu. Sanat insanlara da yansımış. Burada insanlar hırstan arınmış sanki… Huzurlu ve sakin… Ayrıca konuşmalarda bir şiirsellik bir edebi hava var. Bir çay molası sırasında Azerbaycan’ın, daha doğrusu Türk Dünyasının gururla okuduğu şair Bahtiyar Vahapzade’den şiirler okuyoruz. [1]
Bahtiyar Vahapzade
[1] Foto-11:Bahtiyar Vahapzade
Yanımızda şairin müze olan evinin müdürü var: Elşen Zekeriya Begli… Müdürün her sözü şiirlerden seçilmiş mısralar gibi. Anlatıyor, şiirler okuyor, bazen de gözü uzaklara dalıyor… Bu dalışta bir özlem var mutlaka. Azerbaycan’ın gönlü zengin, gür sesli şairi Bahtiyar Vahapzade’nin doğduğu şehir Şeki olduğu için, burada herkes en az bir şiiri ezbere biliyor. Sahaftan aldığım, dinlenme aralarında okuduğum Vahapzade şiirleri çok işimize yaradı bu yüzden. Şeki’den ayrılmadan önce çok önemli bir uyarı daha alıyoruz: Mutlaka tatmalısınız, mutlaka almalısınız… Merakımız iyice artmıştı. Şeki’nin kültür sofrasında hiç beklemediğimiz bir tadıyla karşılaştık. Önce incelediğimiz sonra tattığımız baklava ve helva… Farklı ve olağanüstü… Dünyada eşine rastlanılmayan iki lezzet. Öğrendiğimiz kadarıyla şeker hiç kullanılmamış; şeker yerine bal kullanılmış. Bu yüzden tadı hiçbir baklavada ve helvada olmayan lezzetli ve güç kaynağı olan bu tatlılar, Şeki’nin dünyaya sunduğu en önemli mutfak örnekleri olsa gerekir. Aslında mutfak örmekleri çok, ancak Şeki Pitisi adlı bir et yemeği, yine başka hiçbir ülkede tadılamayacak farklı bir lezzet. Şeki’nin Türk Dünyası Kültür Başkenti seçilmesi boşuna değilmiş.
Sanki kırk yıldır Şeki’de yaşıyormuşuz duygusuyla şehirden ayrılırken, bu topraklar neden henüz diğer Türkler tarafından keşfedilmemiş, bilinmiyor, tanınmamış diye insan düşünmeden edemiyor. Neden bu topraklar ziyaret edilmiyor diye hayıflandık. Sözgelimi Türkiye’nin her köşesinde Şeki, Gence, Quba, Bakü ve diğer şehirler neden tanıtılmaz? Neden tur şirketlerinin programlarına alınmaz? Bu ekonomik getirisi çok olan sorun, Türk Cumhuriyetleri arasında mutlaka çözülmelidir.
Tam da bunları düşünürken otobüsümüz Salyan ilçesine yaklaşmıştı. Salyan gezi programının önemli bölgelerinden biriydi; çünkü burada İlhan İsmailov ile görüşecektik. Kimdir bu İlhan İsmailov diyebilirsiniz. Salyan- Qaraçala kasabasında Nuri Paşa ve ordusunu çok iyi tanıyan, Bakü’nün ne şartlarda kurtarıldığının bilincinde olan, Dünya Türk Toplulukları konusunda geniş bilgiye sahip olan ve bu konuda Türk Cumhuriyetlerinde önemli, birleştirici çalışmalar yapan; Türkiye’yi çok iyi tanıyan, Dünya Türk Birliğinin oluşması için varını yoğunu harcayan yiğit bir Azerbaycan Türküdür İlhan İsmailov. Oğuz Kağan’dan gelen Türk düşüncesini bünyesinde toplayan biri. Gönlü gani, iyi bir hatip ve iyi bir teşkilatçı. Büyük bir ihtimalle ona bu özellikleri mutlaka Kafkasların ruh yapısı vermiştir. Kendisi Salyanlı. Salyan ise kimi zaman delicesine kimi zaman da nazlı nazlı akan Kür nehrinin Aras ile buluştuğu noktada, verimli toprakların bulunduğu ovada yer almış şirin bir kasaba. Kür ve Aras ovayı ıslatarak Hazar’a doğru akıp giden Azerbaycan’ın can damarı…
İlhan Bey Türkiye’deki Türk Birliğine inanan bütün kişi, kurum, vakıf herkesi tanıyor. Tümü ile irtibat halinde. Sık sık Türkiye’ye geliyor, toplantılara katılıyor, etkili çalışmalar yapıyor. İstanbul’da merkezi bulunan Türk Dünyası Araştırma Vakfı ve vakfın yöneticisi Közhan Yazgan ile yakın ilişkiler içerisinde. İsmailov’un asıl üstlendiği görev, Bakü’de, ATXƏM (ATHEM) Azərbaycanlıların və Digər Türkdilli Xalqların Əməkdaşlıq Mərkəzi ( Azerbaycan ve Türk Dilli Halkaların Yardımlaşma Merkezi) adlı bir derneğin kurucusu ve yöneticisi olmasıdır. ATHEM, Dünya Türk Birliği için önemli bir merkez. Bütün Türk Cumhuriyetlerinden gelen öğrenci, öğretmen, akademisyen, sanayici, esnaf, araştırmacılar İlhan Beyin Salyan’daki çiftlik evinde ağırlanıyorlar. [1]
Salyan’dan fotoğraflar…
[1] Foto-12:Salyan
İstedikleri kadar kalıyor, araştırmalar yapıyor, toplantılara katılıyorlar ve konferanslar veriyorlar. Biz, Salya’a vardığımızda işte bu çiftlik evinde misafir edildik. Bize yapılan ağırlama konağa gelen herkese yapılıyor. Bu konağın ocağı hiç sönmüyor. Mutfak ve görevliler günlerce, haftalarca gelen misafirleri ağırlamaya çalışıyor. Burası, resmi olmayan Dünya Türk Birliği Ocağı gibi hizmet veriyor. Hizmet zevkle, şevkle yapılıyor. Herkes de bir güler yüz, herkes de bir samimiyet… Hizmet etmenin bir coşkusu yaşanıyor çalışanlarda. Her şey yürekten yapılıyor; çünkü bu ocağın idealinde Turan ülküsü yatmaktadır. Bu ülküyü ‘Turan’adlı dergiyle yaşatıyorlar. Genel Yayın yönetmenliğini yine Dünya Türk Birliğine yürekten inanan, gönül veren Ilgar İlkin Bey’in üstlendiği dergiyi, ATHEM yayın hayatına sokmuş. Çiftlikte akşam, yemekli bir toplantıya katıldık. Ardından muhteşem bir müzik ziyafeti çekildi. Geceye katılan müzisyenler, tiyatro sanatçıları, yazarlar, şairler, ozanlar dilleri döndüğünce gecenin önemine temas ettiler. Hele Aksakallar gurubundan ediplerin söz ustalığı, okudukları mersiyeler, kasideler geceyi tam bir edebiyat şölenine çevirdi. Sunuculuğunu tiyatro ve sinema sanatçısı Midhat Aydın Bey’in yaptığı Türk Toyunda, Midhat Bey’in okuduğu şiirler, mersiyeler bizlere tekrar tekrar dinleme isteği verdi. Ve biz sanatçı Midhat Bey’i gezi boyunca zevkle dinledik. Azerbaycan’ın onur duyduğu şairi Oqtay Rzanı’ın okuduğu şiirler ve yaptığı konuşma ev sahiplerini de misafirleri de mest etti. Bize, boğuk, puslu fakat dinleyeni ağlatan ses tonu ile ‘Azerbaycan- Türkiye’ şiirini okudu. Oqtay Rzanı diyor ki:
Bir ananın iki oğlu, /Bir amalın iki qolu. /O da ulu, bu da ulu /Azerbaycan-Türkiye.
Dinimiz bir, dilimiz bir, /Ayımız bir, ilimiz bir, /Eşqimiz bir, yolumuz bir /Azerbaycan-Türkiye.
Bu şiir hafızamızdan, gözlerimizin önünden akıp gidiyor…
Bu anlamlı gecede herkes duygulanmıştı ki aniden ortalığı inleten bir Kafkas müziği ve Kafkas dansları kapladı. Yediden yetmişe herkes kaptırmıştı kendini oyuna ve müziğe. Gecenin heyecanı sabaha yakın sona erdi. Birkaç saatlik dinlenme ile kutsal yolculuğumuz sabahın ilk saatlerinde yeniden başladı.
Evet, gün, şehitlik ziyareti ile başladı. Salyan’da konakladığımız çiftlik evinin hemen yakınında ’20. Yanvar 1990 Şehitliğini’ ziyaret ettik. Rehberin anlattıkları bizlere ‘Olmaz! Olamaz!’ dedirtti. Hakikaten bu duyduklarımızdan sonra: Nedir bu insanoğlunun hırsı, kapı komşusunu vuruyor? Nedir bu cinayet sevgisi daha sabi dediğimiz çocukları parçalıyor? Parçalamakla, vurmakla kalmıyor katliam yapıyor!’ Ancak ne yazık ki bu katliamlardan dünyanın haberi yok! Bırakın dünyayı Türk Cumhuriyetlerinin bile haberi yok! Sadece burada duyduklarımızın bir tanesi bile İngiltere’de, Fransa’da olsa dünyayı birbirine katarlardı. Kendi vatandaşlarının haklarını ararlardı. Onlarca film çekerlerdi; ama söz konusu Azerbaycan olunca dünyada ‘Tık’ yok. Peki, bizler ne yapmışız? Yeteri kadar sesimizi, şehitlerimizin acısını duyurabilmiş miyiz?
Duyduklarımdan sadece birini burada aktarmak istiyorum: Maqsud Hetem oğlu İsmaylov… Bu genç Azerbaycanlı, Ermeni teröristler tarafından şehit edilmiş. Fakat heyhat! Bu aileden geriye tek bir insan kalmıştı ve hayatta hiç kimsesi yoktu İsmaylov’un! O da 1990’da şehit edilmiş. Hiçbir suçu- günahı olmayan bir ailenin soyu kurutulmuş!.. Ve bütün Türk Cumhuriyetlerindeki yazarlar, film şirketleri, siyasetçiler duymamış bu olayı! Duyan da sessiz kalmış.
Yine üstat Akifin sesi kulaklarıma geliyor:
‘Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!’…. Evet tıpkı böyle: Toprak şüheda dolu…
Şehit hikayeleri nedeniyle Bakü’ye gidişimiz hüzünlüydü. Oysa yol boyunca Azerbaycan’ın ekonomisinin güç kaynağı petrol pompalarıyla karşılaşmıştık. At başları hiç durmadan inip kalkıyor. Bütün ülke ovasını, yaylasını, bereketli tarlalarını bu petrol yataklarına göre biçimlendirilmiş. Yer yer eski teknolojinin kullanıldığı ülkede öncelik petrolün. Üstelik tam bir petrol üreten ülke olmasına rağmen, bu zenginlik henüz Azerbaycan Türklerine yansıtılmamıştı. Keşke 10 milyon nüfusa, Norveç örneğinde olduğu gibi, siyah altın zenginliği paylaştırılabilseydi. Halkın mutluluğu, saadeti, huzuru devletin gücü değil midir?
Adım attığımız her yerde şaşkınlık ve hüzünle karşılaşıyorduk. Yol boyunca hemen sol tarafımızda bizimle beraber gelen bir göl dikkatimiz çekti. Daha doğrusu kurumuş göl… Hacıkabul gölü… Tam da devlet neden buraya müdahale etmiyor diyecektik ki Türkiye-Azerbaycan Derneği başkanı Sefer Karakoyunlu açıklama yaptı. Şaşkınlık ve hüzün iyice artmıştı. Ruslar istila ettiği bu toprakları terk ederken, bir zamanlar Azerbaycan’ın en lezzetli balıklarının ve diğer canlıların yaşadığı bu gölü, radyasyonlu-kimyasal ilaçlarla zehirliyorlar. Bunu duyunca şaşırıyoruz. Derin, durgun, sessiz göl şu anda dargın ve ölü durumda. Hiçbir canlı göle yaklaştırılmıyor. Bir bakıma zaman içerisinde kurumaya terk edilmiş. Öğrendiğimiz kadarıyla göl kurutulduktan sonra başka bir amaçla insanların hizmetine sunulacakmış. Ne acıdır ki bir zamanlar Çarlık Rusyasının, daha sonra da Sovyetler Birliğinin egemenliği altında kalan Azerbaycan, yine Rusların yardım ve destekleriyle Ermeni çetelerine teslim edildi. Bununla da kalınmadı doğaya zarar verildi. Oysa biz Rusya’yı, dünyaya malolmuş edebiyatıyla, musikisiyle, sanatçılarıyla tanıyoruz. Böylesine kültür zenginliği olan bir milletten insanlara zarar gelmez diye düşünüyoruz. Demek ki bu düşünce yanlışmış! Bırakınız zarar vermeyi, doğanın ve insanların katledildiği bir zihniyetin hakim olduğu ülke imiş Rusya dün de bugün de.
Bakü, insanları hem şaşırtan hem cezbettiren, kendine çeken, kendine hayran bıraktıran; modernle gelenekselin birlikte aynı coğrafyada yer aldığı ender şehirlerden biri. Bir kere başkent olması şehre ayrı bir çeki-düzen verilmesini sağlıyor. Bu çok güzel… Geniş ve temiz caddeler insanı rahatlatıyor. Yolunuzun üzerinde bir bakıyorsun karşınıza Millet Meclisi veya bakanlık binaları çıkıyor; bir bakıyorsun normal evlerin yanında Cumhurbaşkanının evi ya da hanımının evi karşınıza çıkıyor. Çevrede polis yok, muhafız yok, koruma yok… Herkes kendi işinde, kendi aşının peşinde. Sokaklarda bir huzur var, sessizlik var ve koşuşturma hiç yok. Meydanlar insanların rahatlıkla gezebileceği, dinlenebileceği, sohbet edebileceği mekanlar… Bütün meydanlar sanat ile iç içe… Aynı zamanda açık hava müzesi gibi: heykeller, anıtlar, sanat gösterileri meydanların olmazsa olmazı. Tıpkı Madrit’te, Prag’da, Budapeşte’de olduğu gibi… Taşından, ağacına, çiçeğine kadar özenle seçilmiş meydanların çevresindeki bütün binalar tarihten kalan eserler. Yüz yıllık, üç yüz yıllık ve daha eski… Hepsi onarım görmüş fakat tarihi ve mimari özellikleri yok edilmemiş. Her binanın önünde tam da girişte, ‘Burada Azerbaycanlı ünlü besteci falanca kalmıştır!’, burada, ‘Azerbaycanlı ünlü edebiyatçı filanca yaşamıştır.’ diye tabelalar asılmış; ya da büstleri konulmuş. Bu tarihi binaların her biri mimari yönden ayrı bir kimlik taşıyor. Antik eşyaların satıldığı çarşılar ve içinde bulunduğu tarihi hanlar Türklerin mührü gibi… Her handa bir köşede müzik… Maniler, muganlar, gazel ve kasideler… Yanık sesli Azerbaycanlının sesi, kalın duvarlardan sızıyor. Dinliyorsunuz, içiniz yana yana dinletiyor kendini bir çay içimi molasında. Çarşılarda, alıp evinize götürebileceğiniz, biblo gibi saklayabileceğiniz mis-pirinç semaverler var hepsi damgalı. Ancak semaverlerin satışı yasak… Neden? diye sorduğumuzda, milli değerlerin ülkeden çıkarılması yasak, cevabını alıyoruz. İyi ki evde bir tane dededen kalma mis- pirinç semaverim var diyorum.
Yüz yıllık belki daha eski meydanlar, binalar, kaleler, surlar, çarşılar gezmekle bitmiyor ama aynı zamanda sizleri şaşırtıyor bu şehir. Neden? Çünkü bu tarihi eserlerin yanında aniden karşınıza renkli cam kaplamalı, modern bir mimari yapı karşınıza çıkıyor. Bunun önüne geçilemiyor artık. Bakü modern mimarisiyle de öne çıkıyor. Adeta dünyada en iyisi benim, ben de varım, dercesine. Bunu gece rahatlıkla anlayabiliyoruz. ‘Ateş Kuleleri’ adını verdikleri yan yana üç kulenin gece ışıklandırılması olağanüstü. Işıklar içerisinde Azerbaycan bayrağı, renkleri, Kafkas oyunları dev kulelerin cephesini kaplıyor. Gece her taraf ışıl ışıl… Meydanlar, caddeler, tarihi çarşılar gündüz gibi… Yine caddelerde gündüz gece dünyanın en lüks, en pahalı otomobilleri birbirleriyle model yarışına çıkıyorlar. Bu araçlar benzini su gibi içen cinsten. Ancak yine terslikler sizi bırakmıyor. Işıl ışıl şehrin hemen yanındaki varoşlarda sokaklarda tek tük solgun ışıklar göze çarpıyor. Etraf karanlık, sokağı göremiyorsunuz. Evlerde ise neredeyse solgun ve tek ampuller çevresini aydınlatmaya çalışıyor. Bu bölgede yaşayan halkın gelir düzeyi çok düşük. 300 manat ve daha aşağısı gelir ile geçiniyorlar. Bütün ülkede hazırlanan kalkınma hamleleri ağır ilerlediği için bu bölgelere henüz refah ulaşmamış.
Muhteşem Kafkas dağlarının en yüksek zirvelerinden biri olan Şahdağ’a doğru yol alıyoruz. Bozkırların ortasından geçerken Anadolu’dan bir yer, adeta Sivas’ı, Iğdır’ı, Kars’ı andıran bir coğrafyadayız sanki. Bir müddet sonra yeşillikler başlıyor tarım alanları ve petrol yatakları arasından. Hedefimiz Quba…
Uzun, ince, asfalt yol Quba’dan önce bizi Sumgayıt şehrine götürüyor. Aynı adla hemen sağımızda yol boyunca uzanan durgun, sakin duran fakat şehrin içme suyunun kaynağı olan güzelle tanışıyoruz. Huzur veren bir göl. Hemen oracıkta, üzerinde türlü türlü kanatlılara ev sahipliği yapan gölle ilgili birkaç efsane duyduk. Biri etkileyiciydi. Kervan yolu üzerinde olan şehre bir kervan gelir zamanın birinde. Yolcular yorgun, güneşten yanmış ve susuzluktan takatleri tükenmiştir.Rivayete göre birbirlerini derin muhabbetle seven Sum ve Ceyran da yolcular arasındadır. Ceyran halsizdir ve çok susamıştır. Sum, buna dayanamaz ve sevgilisine su getirmek için göle girer. Ceyran ise endişelidir. Sevgilisinin felaketle karşılaşacağını hisseder, ardından bağırır:
- Sum qayıt! Sum qayıt! Sum qayıt! (Sum geri dön!) diye bağırır, ağıtlar yakar.
Genç kızın korktuğu başına gelmiş ve sevgilisi Sum, bir daha geri dönmemiştir.
İşte o gün bugündür, bu yerleşim yerinin adı Sumgayıt kalmış. Efsane böyle… 300 bin nüfusuyla Azerbaycan'ın üçüncü büyük şehri olan Sumgayıt’a içecek su sağlayan göl, bu gün dahi mahzun, sessiz, düşünen bir derviş gibi gelen geçen kuşları, leylekleri dinliyor.
Nüfusu oluşturan topluluklar arasında, aslen Türk olan Kazan Yahudilerinin yaşadığı, etnik nüfus yapısına sahip Sumgayıt ayrıca elması, bükme baklavası ile de ünlü…
Sumgayıt’ı geride bırakıp ağır ağır Quba’ya doğru gidiyoruz…
Ülkenin büyük kentlerinden, tabiatı güzel, evleri şirin, elması meşhur, insanları mahzun Quba’ya niçin gidiyoruz? 2007 yılında bir kazı yapılıyor Quba’da.[1]
Quba soykırım şehitliği…
[1] Foto-13:Quba
Kazı sonucunda toprak altında, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir katliamın, daha doğrusu bir soykırımın izleri bulunuyor tesadüfen: Bütün Azerbaycan’ın kalbi bir anda Quba’da atıyor. Ülke bir anda yas tutmaya başlıyor. Bu nedir? Burada ne oldu? Kim bunlar? diyorlar; araştırıyorlar. İşin aslının, 1918 yılında 16 bin masum insanın, kuyulara tahminen yarı canlı, yarı ölü gömülüp üzerleri toprakla örtülmüş olduğu anlaşılıyor. Kuyular ortaya çıkarıldıktan sonra hiçbir şeye dokunulmamış. Sadece koruma altına alınmış. İnsan iskeletleri görünüyor: kafatası, kol, bacak, el… Büyük, küçük, çocuk kemikleri toprakların arasından görünüyor. Herkesin nutku tutuluyor. Evet, ben Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilip daha sonra Ermeni askerlerine bırakarak gittiği yılları,‘Yanık Dere 1915-Erzurum’ romanımda dile getirmiş ve akıl almaz katliamları bizzat yaşayanların ağzından ve belgelerden yararlanarak yazmıştım. Bu güne kadar en büyük vahşetin kitabımda anlattıklarımın olduğunu sanıyordum; ama hayır öyle değilmiş! Bu vahşet, aklın sınırlarını zorluyor. Vahşetin boyutları şu anda gözlerimizin önünde duruyor. Eminim ki şu anda Ermenistan’dan bir aile getirtilip bu vahşet gösterilse, onlar da inanamaz; çünkü aklın kabul etmeyeceği bir şey… Bu koskoca alana, silah zoruyla masum insanları toplayıp, belki de öldürülecek insanlara kuyular açtırıp, sonra bunları teker teker, belki bir ay boyunca, caniyane bir şekilde katledip, üzerleri toprakla kapatılmış. Hayır! Böyle hunharca bir katliamı insanoğlu yapamaz! Hangi insan, hangi intikam duygusuyla böyle bir cinayet işleyebilir? Ne yazık ki gözlerimizle gördüğümüz her şey gerçekti. Kol, ayak kemikleri belli ki baltayla kırılmış; kafatasları belli ki baltayla yarılmış! Bunların içinde bizi en çok etkileyen de, insan kafataslarına koskoca çivilerin çakılmasıydı… Bunları görünce, olayın ne olduğunu öğrenince insanlığımızdan utandık. Böyle bir vahşet, acaba dünya üzerinde hiç yaşanmış mıdır? Bu hüzünlü duygularla ‘Quba Soykırım Müzesi’ni gezdik. Müzenin soğuk beton duvarları arasında, loş ışıkları altında gezerken gördüğümüz fotoğraflar ve canlandırmalar bizi hayatımız boyunca unutamayacağımız acılara boğdu. Yüreklerimiz yanık, gözler nemliydi. Quba insanının neden mahzun olduğu daha iyi anlaşılmıştı.
Müze çıkışında çay molası herkese şifa gibi geldi. Çaylar, Quba gezisi boyunca bize yardımcı olan Eynulla Bey’e ait, yüksek dağların arasında, her çeşit ağacın yetiştiği, özel olarak bahçe düzenlenmesinin yapıldığı, yemek yenilebilecek bir bahçede içildi. Bir taraftan çam, ardıç, köknar ve her türlü meyve ağaçlarının kokusunu içimize çekerken bir taraftan da çaylarımızı, yanında sadece Azerbaycan’a özel, böğürtlen, vişne, ceviz reçelleriyle içtik. İsteyen şeker de kullandı; ama mürebbe dedikleri reçelle çay içmek ayrı bir keyifti. İçinde bulunduğumuz serin, ormanlık alan; içtiğimiz mürebbeli çay demin yaşadığımız Quba hüznünü biraz dağıtır gibi oldu. Eynulla Bey, soy ismimin Dağıstanlı olduğunu duyunca; ‘Bak,’ dedi, ‘Şu kuzey tarafımızın yarım saat ötesi Dağıstan. Derbent çok yakın, gidebilirsin…’ Ben can atıyordum Dağıstan’a… Ama programımız buna uygun değildi. Şimdilik Dağıstan’ı hayal etmekle yetindim.
Eynulla Bey daha ilginç bir olaydan bahsetti. Yine Quba sınırları içinde, Kafkas dağlarında, 1940 yıllarına kadar dünyanın haberdar olmadığı, bilinmeyen bir insan topluluğu, bir köy bulunmuş. O bölgeden bir helikopter geçerken tesadüfen görüyor… Xınalıg ya da Kınalık köyü diye geçiyor. 500 kadar aile yaşıyor bu dağların başında. Kendilerine ‘Kediç’ diyorlarmış. Hayvancılıkla uğraşıyorlar ve Müslüman bir topluluk… Terekeme olabilirlermiş. Kediçler hakkında şu anda her türlü bilgiye ulaşılmış durumda.
Azerbaycan topraklarının her köşesi, bütün Türkler tarafından karış karış gezilmelidir. Bu toprakları gezen herkes, kendi köyünden kendi doğduğu yerden bir parça bulur mutlaka. Dinlediğimiz masallar, menkıbeler, destanlar burada birden bire karşımıza çıkabilir. Kıraç bir araziden ormanlık bir alana girmiştik. Yol biraz daha güzelleşince otobüsümüz rahatladı. Sayısı kalabalık bir nahır[1] sağ yanımızdan geçerken ağaçların arasında bir heykel gördük. İhtişamlı bir heykel dikkatimizi çekti. Atının üzerinde korkusuzca ileri atılmak isteyen bir süvari… Otobüsü yavaşlattık ve durduk. Bu muhteşem sanat eserine yallaştıkça şaşkınlığımız arttı demeyeceğim; çünkü aynı ortak kültürün aynı değerlerin sahibi Türk milletinin ortak bir kahramanının adı yazılıydı kaideye: Köroğlu… Anadolu’nun gözü pek, kahraman yiğidi Köroğlu… [2]
Köroğlu…
Nesimi…
Aşık Şemşir…
Köroğlu heykelini görmek, yanında olmak biz gezginlerin tüm yorgunluğunu almıştı. Bu toprakların gerçeği şuydu: Kafkaslarda Köroğlu, Türkmenistan’da Dede Korkut, Kırgızistan’da Manas, Anadolu’da Nasrettin Hoca, Özbekistan’da Fuzuli… Hepsi tek yürek; çünkü bu topraklar Türk toprakları…
Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’ın şu anda en büyük sorununun, komşusu Ermenistan ile yaşadığı olumsuz gelişmeler olduğunu biliyoruz. Ermenistan’ın Rus desteğiyle, hukuken Azerbaycan sınırları içinde bulunan, ancak fiilen işgal ettiği Dağlık Karabağ sorununa 1992 yılından beri çözüm bulunamamış. Burada yaşayan Azerbaycanlıların tamamı ya öldürüldü ya da göçe zorlandı dünyanın gözleri önünde. Bu insanlık trajedisine 25 yıldır çare bulunamıyor. Bu yüzden burada yaygın bir inleme var: ‘Karabağ’da uşaklar mugam ağlar!’ sözü sanırım acının ne olduğunu daha açık dile getiriyor.
Yapılan bu haksızlığı bütün dünyaya cesurca, hiç bıkmadan, her ortamda anlatan Azerbaycan Milletvekili Ganire PAŞEYEVA, yaptığımız geziyi baştan sona kadar yakından takip ediyor ve ilgileniyor. Gerek Hocalı Katliamını ve gerekse Karabağ olaylarını onun ağzından ayrıntılı bir şekilde dinledik. Quba dönüşü Bakü’deki mütevazı evinde akşam yemeğinde buluştuk. Gece hem Azerbaycan mutfağının farklı lezzetlerini tattık hem de hatıralardan hiç çıkmayacak müzik ziyafetini yaşadık. Bu müzik ziyafetini bizlere sunan, Azerbaycan’da ve Türkiye’de tanınmış Nuriye Huseynova’yı saatlerce, bıkmadan usanmadan dinleyebilirsiniz; yürekleri ve ruhları dinlendiren ses rengi ile çok farklı bir sanatçı… İlham Askeroğlu, tanınmış bir opera sanatçısı fakat yorumladığı şiirler, okuduğu halk ezgileri hele 20. Yüzyılın kadın Dede Korkut’u diyebileceğimiz Kıpçak Türklerinden Cığatel Poeziya Hanımla [1] Nahır: Büyük veya küçük baş hayvan sürüsü. [2] Foto-15:Köroğlu
karşılıklı okudukları şiirleri, türküleri, anlattıkları menkıbeleri tiyatral sunumla dile getirmeleri unutulmaz bir gece yaşattı misafirlere. Azerbaycan’da sahneye çıkan her sanatçının alt yapısı kuvvetli, nota ve musiki bilgisi akademik seviyede ve son derece sahneye hakim kişiler. Bu sanatçıların aramızda olmasını sağlayan ise ev sahibi Ganire Paşeyeva Hanımefendinin özel ricasıydı. Gecenin sürprizi ise Hocalı Katliamında Ermeni çeteciler tarafından esir alınmış, sekiz gün hücrede tutulmuş, aç- susuz bırakılmış, günlerce dövülmüş; gözü, dudağı, kolları, ayakları paramparça edilmiş, öldü diye çöplüğe atılmış Dürdane Ağayeva Hanımla tanışmamız oldu. Dürdane Hanım sadece kendine yapılan zulmü değil ailesine, kardeşi Elşad’a ve bütün Hocalılara yapılanları ‘Ermeni Zindanlarında Sekiz Gün’ adı ile kitaplaştırmış. Kitabı bir günde okudum. Gözlerimi kapadığımda bütün okuduklarım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Böyle bir esaret olamaz, dedim! Bu kadar vahşet bir insana yapılamaz, dedim! Ama ne yazık ki bu zindan hatıralarını yaşayan insan karşımdaydı; onunla tanıştım. Kendi ağzından dinledim.
O gece başımızı yastığa koyduğumuzda, kulaklarımızdan hiç gitmeyecek, Azerbaycan’ın yaşadığı acıların müziği vardı.
99 yıl önce Ermeni ve Bolşevik işgalinden kurtarılışı amacıyla ordusuyla Bakü’ye giren Nuri Paşa’nın yürüdüğü caddeden geçerken o günleri hatırlamamak mümkün değil elbette. Sabah Bakü sokaklarında, Nuri Paşa’nın geçtiği yollardayız. Bu topraklar da kolay kazanılmadı: Tıpkı Akif’in dediği gibi:
‘Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı. ‘
Binlerce şehidin bağrında yattığı caddeden geçiyoruz. Her karış toprak kanla, büyük mücadelelerle alınmış. Halkın Nuri Paşa’ya gösterdiği sevgiyi, heyecanı tekrar yaşıyoruz. Bu sevgidir ki halk doğan çocuklarına ya Nuri adını veriyor, ya Enver ya da kahramanların isimlerini…
Roma gibi, Kahire ve İstanbul gibi her tarafı tarih kokan Bakü’nün yetiştirdiği sanatçılar saymakla bitmiyor. Her köşesinde tarihi hissediyor, sanatı yaşıyorsunuz. Sanatçıya verilen kıymeti, programımızda olan Aşıq Şemşir Medeniyet Merkezini ziyaret ettiğimizde daha iyi anlıyoruz. Dernek başkan yardımcısı Hebib Misirov gezginleri güler yüz ve muhabbetle karşılıyor. Medeniyet Merkezinin her köşesini gezdiriyor, anlatıyor, belgeler hakkında bilgi veriyor. Türk müzik kültürünün ne kadar derin, ne kadar kucaklayıcı olduğunu görüyoruz. Bir taraftan bu anlamlı müzeyi gezerken diğer taraftan Hebib Misirov’un davet ettiği, genç şiir yorumcusu Ayxan İmanov’u dinliyoruz. Kendi küçük, genç ama sesiyle, vurgusuyla, tiyatral anlatımıyla dev bir sanatçı oluyor karşımızda. Okuduğu şiirler hepimizi şaşkına çeviriyor. Müzede Aşıq Şemşir hatırasına okunan şiirler hem edebi zevk, hem sanat, hem de Türk şiir sanatının ne denli güçlü olduğunun örnekleriydi. Sıradan okunan şiirlerden bıkan gezginler, ruhları tertemiz eden sesle moral kazanmıştı.
Günün diğer bölümü önemli bir toplantıya ayrılmıştı. ATXEM- İçtimai Birlik Başkanı İlham İsmailov’un Beynelhalk Matbuaat Merkezi’nde düzenlediği toplantı. Azerbaycan milletvekillerinin, üst düzey yöneticilerin, Türk ve Azerbaycan TV ve basınının, sanat dünyası ve halkın katıldığı verimli ve etkili bir toplantı oldu. İsmailov’un, ‘99. Yılında Kafkas İslam Ordusu ve Türkiye Azerbaycan Kardeşliği’ konulu basın açıklaması ile ‘100. Yıla Hazırlık’ için ne yapılabilir, Türk Birliği niçin kurulmalıdır ve Türk Medeniyetinin Gücü konularındaki açıklamaları geleceğe bir ışık gibiydi. Bakü’de Azerbaycan Türkiye Evi genel başkanı Dr.Tenzile Rüstemhanlı’nın, Kafkas İslam Ordusunun Azerbaycan’ı düşman işgalinden kurtarmasını ve vatanın bağımsızlığı ve bekası için şehit olan soydaşlarımız ile ilgili minnet, sevgi, saygı, birlik ve dayanışma içeren konuşması umutlarımızı tazeledi. Türkiye Azerbaycan Derneği Başkanı Sefer Karakoyunlu ise, 99 yıl önce Azerbaycan’ın Rus işgalinden kurtuluşunu gerçekleştiren Nuri Paşa ve Kafkas İslam Ordusunun fedakarlığını unutmadıklarını, bu yüzden Nuri Paşa isminin Bakü’de bir caddeye, yeni açılacak okullara verilmesini, heykelinin mutlaka yaptırılıp uygun bir meydana konulmasını, talep ettiklerini dile getirdi. Diğer konuşmacılar, gelecekte nelerin yapılabileceğini dile getirdi. Katılımcılar görüş, bilgi ve deneyimlerini paylaştılar. Bu bir umut ışığıydı: Azerbaycan’ı işgalden kurtuluşu, Kafkas İslam Ordusu ve Nuri Paşa’nın fedakarlığı tüm dünyaya duyurulabilirdi.
15 Eylül 1918 Türkler için önemli bir tarih şüphesiz. Destanlara, romanlara, filmlere konu olabilecek bir kahramanlık hikayesinin yaşandığı tarih çünkü. Kafkas İslam Ordusu ta İstanbul’dan yola çıkıyor akıllara durgunluk verecek maceralardan sonra Musul üzerinden Azerbaycan’a ulaşıyor. Binlerce şehit vererek Ermeni ve Bolşeviklerin işgal ettiği Azerbaycan’ı yok olmaktan kurtarıyor. Yine aklımıza şu ölümsüz mısralar geliyor:
‘Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.’
Bütün mesele buydu: Her ne pahasına olursa olsun vatanı korumak... İşte bu ruh hali ile mücadele verilmişti. Şimdi de gelecek nesillere aktarılması gereken bu destansı hikaye için resmi törenler yapılıyordu.
Bakü’de tüm Azerbaycan şehitleri için düşünülmüş ‘Şehitler Hıyabanı’ndayız. Büyük ve geniş bir alan… Bakü’ye kuşbakışı bakan yüksekçe bir tepede inşa edilmiş. Bu yüksek tepenin seçilmesi boşuna değil. Tepe bir zaferin, bir bağımsızlığın; tepe dünyaya haykırışın seçildiği yer. Tepe, adeta ben Türk yurdu Azerbaycan’ım diye haykırıyordu. Tepeden Kafkaslara can veren Hazar Denizini tüm güzelliğiyle seyrediyorsunuz. Yeryüzü ayaklarınızın altındaydı. Bu tepe gerçekten şehitler tepesi olmaya uygun bir tepe.
Ağır adımlarla ve hüzünlü duygularla yürüdüğümüz bu büyük ve geniş alanın en hakim noktasında, misafirleri karşılayan sade fakat görkemli anıt hepimizi heyecanlandırıyor. Duruşu, akla ilk saygıyı getiriyor. Evet, bu anıtta bir saygı ifadesi var. Azerbaycan’a has akyal taşlarından inşa edilmiş dört fil ayağı üzerine oturtulmuş taraçalı kubbe, anıta ilahi bir hava katıyor. Keskin ve yuvarlak hatların hakim olduğu ayaklarda ince, zarif Türk desenleri taşa nakşedilmiş. Ortada, sürekli yanan bir alev topunun üzerinde, bir Türk hakanının vakur duruşunu ifade eden anıt, zarafeti de temsil ediyor aynı zamanda. [1]
Azerbaycan Şehitliği…
Rus işgalinden kurtuluşun 99.Yıl Töreni…
Bakü Türk Şehitiliği Töreni…
İlk tören ‘Türk Şehitliği’ için ayrılmış bölümde yapıldı. Azerbaycan Devlet temsilciliği, milletvekilleri, Türk Büyükelçisi, sanatçılar, sivil toplum kuruluşları, TV ve basın, sivil halk ve özellikle Türkiye’den gelen kalabalık topluluk önce Türk Şehitliğine ayrılmış bölümde merasime katılıyor. Bu aziz hatıranın sonsuza dek yaşatılabilmesi için sade, gösterişsiz bir anıt inşa edilmiş bordo renkli mermerden. Altta kaidesi, tabandan yukarıya doğru incelerek uzanan güzel bir anıt… Anıtın tam ortasındaki ay ve yıldız resme milli hava veriyor. Merasim huşu içinde başladı. Askerlerin saygı atışı, saygı duruşu ve okunan İstiklal Marşları, kısa ve anlamlı konuşmalar, çalınan marşlar ve okunan Fatihalar atalarımızın yaptıklarına karşılık, gönderilen küçük sevgi ve saygı nişanesiydi. Her şehit lahdine birer karanfil koymak, birer Fatiha okumak bizim son görevimizdi. 15 Eylül günü görülmeye değer, unutulmayacak bir anma merasimi yaşandı. Saygı duruşları, okunan Fatihalar ve serpilen topraklardan sonra aklımızdan hiç çıkmayan üstat Akif’in o muhteşem mısrası geldi:
‘Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.’
Türk Şehitliği’nin çevresinde siyah mermerler üzerine şehitlerin tek tek isimlerin yazılmış. İsimlerini, doğdukları yerleri, doğum tarihlerini okuduk… Osmanlı topraklarının dört bir yanından gelen Kafkas İslam Ordusunun vatan sevdalıları… Her birinin üzerine karanfiller bıraktık. Sizlerin yaptıkları karşısında acaba bir karanfille görev tamamlanmış oluyor muydu? Elbette ki hayır… Biz sadece ‘Sizleri unutmadık, unutmayacağız!’ demek istiyoruz. En önemli anlardan biri de, Türkiye-Azerbaycan Derneği olarak, İstanbul’da Nuri Paşa’nın şehitlik mezarlığından aldığımız toprağı, Bakü’deki Türk şehitliğine serpmemiz oldu.
Türk Şehitliği, Nuri Paşa ve Kafkas İslam Ordusunun önemini daha yakından öğrenebilmek için gelen Türklerin buluşma noktası oldu. Tanışma, konuşma ve tekrar görüşme randevuları alındı. Belki bu tanışmalar yarın Türkçe konuşan milletlerin bir araya gelip, Dil Birliği oluşturmasına vesile olabilir. Belki Türk Cumhuriyetlerinde yeni Türk okullarının açılmasını tetikleyebilir. Tıpkı rahmetli büyük Türk düşünürü, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı onursal Başkanı Prof. Turan Yazgan Hocanın girişimleriyle Bakü’de açılan ‘Atatürk Lisesi’ gibi. Böyle bir okulun hayalini kurmak bile güzel. Ama bu düşünce hayal olmaktan çıkıyor ve gerçekleşiyor Turan Yazgan Hoca sayesinde. Ancak şunu da belirtmemiz lazım ki bu okullar yeni Turan Yazgan Hocalar yetiştirmek zorundadır. Törende, dünya Türk birliğinin oluşmasına her türlü desteği veren, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı başkanı Közhan Yazgan Beyle de görüşme fırsatımız oldu. Azerbaycan’da yeni eğitim yılının başlaması nedeniyle Atatürk Lisesi’nin açılışına katılmak için gelmişti Közhan Bey. Okul müdürü ve yönetim kadrosu da bu milli günde törendeydi.
Evet, ‘Şehitler Hıyabanı’nın bulunduğu bu muhteşem tepeden, Kafkaslara can veren Hazar Denizini seyrediyoruz demiştim yukarıda. Gerçek şudur ki denize kıyısı olan ülkeleri ve bu coğrafyayı kurtaran bir deniz Hazar. Denizin içerisinden cevher çıkarıyorlar ama denizin kendisi zaten bir mücevher. Bu, dünyanın en büyük denizini sahiplenen ülkeler eğer hor kullanırlarsa Hazar’ı, vücudun şah damarını kesmiş olurlar. Duyduğumuz kadarıyla denizde küsme belirtileri başlamış. Üstelik ekonominin ve ulaşımın da şah damarı… Denizde petrol kuleleri hiç durmadan çalışıyor, deniz trafiği tüm canlılığıyla dünyaya hizmet veriyor. Ayrıca denizin ortasında birkaç adacık görünüyor. Bunlardan birisi, belki yarın Azerbaycan’nın turizm ve kültür adası olabilecek Nargin adası…
Nargin adasını görenler hatta ayak basanlar olmuştur elbette. Adadan hiç haberi olmayanlar da vardır mutlaka. Adaya niçin dikkatleri çekiyorum? Birinci Dünya Savaşında Ruslar Erzurum’a kadar işgal ettiğinde Türk topraklarını, o günün şartlarında, başta Sarıkamış olmak üzere Erzurum ve diğer Türk coğrafyasından toplanan 10 bin dolaylarında, belki daha fazla, esir bu adaya getirilmiş. Adanın ölüm kokan havası, esaret şartları, salgın hastalıklar, su ve yiyeceğin olmaması, zehirlenmeler, yaralanmalar esir Türklerin yaşama şansını elinden almıştı. Ölmeleri için adaya getirilen esirlerden kurtulan çok az kişi olmuştu. Hatta savaş sırasında Ruslara esir düşen pilot Vecihi Hürkuş da bu adaya getirilmiş yerli halkın yardımıyla kurtulabilmişti. Bu, Rusların 20. Yüzyılda uyguladığı en büyük insanlık suçudur. Bu tam bir vahşettir. Bunu böyle bilmek lazım… Ama Türkler, bu yürek yakan soykırım hadisesini de dünyaya duyuramamıştır. Ben niçin önemsiyorum bu adayı; çünkü ‘Yanık Dere 1915-Erzurum’ romanımda bu adadan bahsetmiştim. Gerçek olaylardan yola çıkarak romanda kurguladığım Erzurumlu eşraftan bir ailenin dramı anlatılıyor bu adada. Esir edilen Erzurumluların bir kısmı hayatta kalmayı başarıyor ve geri dönüyor; geri dönüyor ama bir deri bir kemik kalmış, hastalıklı bir şekilde… Sonrası, romanda hazin bir sonla hayata gözlerini yumuyor.
Bu ada benim için de önemliydi. Hazar denizine kuşbakışı bakarken adayı görmem, romandaki o acı sahnelere dönmeme neden oldu.
Törende bizleri etkileyen bir başka tanışmaya şahit oldum: Film Rejisörü Ziya Sıxlinski… Türkiye- Azerbaycan heyeti olarak törene kavuşmak için anıta doğru yürürken arkamızdan çağrıldığımızı hissettik. Ziya Bey elinde çantası bize doğru geliyordu. Kendini tanıttı ve elindeki CD’yi ve çerçeveli fotoğrafı uzattı. Fotoğraf, Nuri Paşa’nın Kafkas İslam Ordusu ve Azerbaycanlı milislerle çektirdiği bir fotoğraftı. Bu nedir diye merak ettiğimizi anladı ve dedi ki: ‘Nuri Paşa’nın yanında oturan işte şu adam menim dedemdı!’ Gözlerimiz açıldı, şaşırdık, heyecanlandık, sevindik… Önceden gördüğümüz bu fotoğraftaki askerlerden birinin daha kim olduğunu öğrenmiş olduk. CD ise rejisörlüğünü kendisinin yaptığı ve dedesinin de aralarında bulunduğu Kafkas İslam Ordusunun akıl almaz hikayesini anlattığı, kısa metrajlı bir filmmiş. Elimdeki belge ile sevincimi ve şaşkınlığımı yaşarken, bir kez daha anladım ki Azerbaycan Türklerinin, Nuri Paşa ve ordusuna karşı gösterdikleri sevgi hiç bitmeyecek. Türkiye’de pek tanınmayan bu milli kahraman Azerbaycan’da baş üstünde tutuluyor.
İki devlet bir millet sevdası ile Dünya Türk Birliği için yürekleri atan gurubumuz, 99 yıl önce bu topraklara, işgal altındaki vatanlarını kurtarmaya gelen Nuri Paşa ve Kafkas İslam Ordusunun hatırasını sadece bir Fatiha ve saygı duruşu ile yad edebilmişti. Ama yüz binlerce insan hatırayı yaşatmak için ayaktaydı.
Mehmet DAĞISTANLI
Araştırmacı- Yazar
Ekim 2017
[1] Foto-16:Tören…
[1] Foto-8:Tovuz
[1] Foto-5:Nizami Gencevi
Comments